Sosyolog yazar Mücahit Gültekin Analiz Etti...
Pek çok uzman bugün biyoloji, internet ve yapay zekanın kesişim noktasını oluşturduğu 4. Sanayi Devrimi’nin içinde olduğumuzu belirtiyor. İlk üç devrimin merkezinde, sırasıyla buharlı makine, elektrik ve bilgisayar vardı. Dördüncü sanayi devriminin (dijital devrim de deniyor) merkezinde ise yapay zeka ve öğrenen makineler yer alıyor.
“Dördüncü sanayi devrimini nasıl biçimlendireceğimiz konusunda olumlu, ortak ve kapsayıcı anlatılar geliştirmeliyiz” diyen Dünya Ekonomik Forumu’nun kurucusu ve başkanı Klaus Schwab 2016’da yayınlanan “Dördüncü Sanayi Devrimi” başlıklı kitabını şu cümlelerle bitiriyor: “...dördüncü sanayi devrimini insanlığı, ortak kader duygusuna dayalı yeni bir kolektif ve ahlaki bilinç düzeyine yükseltmek için kullanabiliriz.”
Klaus Schwab sonuç itibariyle son devriminin insanlık için çizdiği yeni güzergahı selamlasa da, bu, coşkulu bir kucaklama değil. Schwab kitap boyunca huzursuz bir dil kullanıyor. Bu, dördüncü devrimin, -yazarın ifadesiyle- “kazanan hepsini alır” durumu yaratabilecek olmasından kaynaklanıyor.
Kapitalist sömürü ağının küreselleşmesi ilk üç devrimin verdiği imkanlarla olmuş ve insanlık ağır bedeller ödemişti. Bazı bölgeler için (kabaca “küresel güney” deniyor) bu bedeller daha ağır olsa da, dünyanın hemen her yeri bu ilk üç devrimin getirdiği ekonomik ve psikolojik bedellerden payına düşeni aldı. Yapay zeka ve öğrenen makinelerin sağladığı imkanlar şimdi bu bedelleri çok daha dayanılmaz kılacak gibi görünüyor. Özellikle ilk iki devrimde insanlar yaşadıkları toprakları, geleneklerini, değerlerini ve alışageldikleri hayatı bırakmak zorunda kalmışlar, kömür ve metal kokan fabrikalara kapatılmışlar, beton kümeslerin içine tıkılmışlardı. Açlık, yoksulluk, yalnızlık ve ölüm korkusu bazı kıtalardan hiç çıkmamacasına yerküreyi dolaştı. Her defasında özünde hiç değişmeyen bir “gelişme hikayesi” eşlik etti bu kırıma. Aydınlanma, reform, sanayileşme, modernizm, postmodernizm gibi farklı başlıklar altında sunulan bu hikayeler hem yeni acıların kaynağı oluyor, hem de bu acılara katlanılmasını mümkün kılıyordu.
Fakat pek çok uzmanın fikir birliği ettiği gibi dördüncü devrim farklı. Farkı, insan olmanın kendisini hedef almasından dolayı. “İnsan varlığının doğasının” sorgulanacağını belirten Schwab, “...meçhul bir bölgede, daha önce yaşadıklarımıza hiç benzemeyen bir ‘insan dönüşümünün’ şafağında olduğumuzu görüyoruz” diyor. 2015 Küresel Zenginlik Raporu’na göre (raporun ismi ilginç değil mi?) dünyadaki varlıkların yarısının nüfusun %1’i tarafından kontrol edildiğine de nazikçe değinen Schwab, bu tablonun tahammül edilemez olduğunun farkında. Şimdi dördüncü devrim “%1 lehine” daha sert değişimler vaat ediyor. Tamam ama geriye kalan %99 ne olacak? Onlara nasıl bir hikaye anlatılacak? Üstelik ilk üç devrimin bedellerine katlanmayı az buçuk mümkün kılan “aile, gelenek, ideoloji, din” gibi sığınaklar da harap edilmişken? Şüphesiz hikayenin özünün değişmemesi gerekiyor. Ama nasıl? Ayrıntılara girmese de “önümüzdeki yol” başlığı altında, bu hikayenin ana güzergahını veriyor yazar: “Ortak kader duygusuna dayalı yeni bir kolektif ve ahlaki bilinç!” Dördüncü devrimin geri tepmesinden duyduğu tedirginlik açık Schwab’ın. Bu yüzden sık sık “olumlu, ortak ve kapsayıcı anlatılar” geliştirilmesi uyarısını yapıyor. Yazarın kullandığı “nüfuz edici bir ortak amaç duygusu”, “kolektif olarak paylaşılan bir amaç”, “işbirlikçi esnek yapılar” yeni hikayenin anahtar kavramları olarak öne çıkıyor. “Kolektif olarak paylaşılan bir amaç duygusu geliştiremezsek” diyor Dünya Ekonomik Forumu kurucusu, “dördüncü sanayi devriminin meydan okumalarıyla başa çıkmayı ve onun tüm yararlarını hasat etmeyi başaramama riskiyle karşı karşıya kalırız.” Ardından şu uyarıyı yapıyor: “Kararlar alırken, özellikle bugün karşı karşıya bulunduğumuz meydan okumalar birbirleriyle daha çok bağlantılı hale gelirken kompartımanlara ayrılmış şekillerde düşünmeye devam edemeyiz.”
Schwab’ın “olumlu, ortak ve kapsayıcı anlatılar geliştirmeliyiz.” derken neyi kastettiğini anlamak önemli. “Çalışmanın Doğası” başlığı altında söyledikleri “kapsayıcı anlatılar” mevzusunda neden hassas olduğu hakkında bir fikir verebilir. Şöyle diyor: “İnsan bulut platformları işçileri serbest çalışanlar olarak kategorize ettikleri için -şu an için- asgari ücret, istihdam vergisi ve sosyal sigorta gibi zorunluluklara tabi değiller.” Sonra Financial Times’tan Daniel Callaghan’ın bir cümlesini aktarıyor: “Kimi isterseniz, ne zaman isterseniz ve tam olarak nasıl isterseniz temin edebilirsiniz ve onlar sizin çalışanlarınız olmadığı için istihdam yükleriyle ve düzenlemelerle uğraşmak zorunda değilsiniz.”
“İnsan bulut platformları” gibi olabildiğince nötr ifadeler kullanılsa da yeterince açık bu ifadeler. Kamu ve özel alandaki işverenler için oldukça cazip bir çağrı. Üstelik hassas ve tam zamanlı bir gözetim imkanı da sağlıyor. Ama tabii ki, dünya henüz hepimizi buluta taşıyacak teknolojik alt yapıdan yoksun; özellikle dünyanın güneyi. Schwab’ın şu ifadeleri sadece bu teknolojik alt yapı eksikliğine dikkat çekmesinden dolayı değil, sıklıkla sözünü ettiği “ortak, olumlu kapsayıcı anlatıların” neler olacağının ipuçlarını da vermesi açısından önemli: “Birçok ülkede, özellikle verinin yaratılma, toplanma, aktarılma ve kullanım tarzları üzerindeki kısıtların söz konusu olduğu küresel Güney’de ‘veri açığını’ ele almak da kritik önem taşıyor. Bu açığa katkıda bulunan dört ‘uçurumu’ -verinin varlığı, erişimi, yönetişimi ve kullanılabilirliği- kapatmak ülkelere, bölgelere ve şehirlere gelişmelerini kolaylaştıracak bir çok ilave yetenek -bulaşıcı hastalıkların patlak vermesini izlemek, doğal afetlere daha iyi tepki göstermek, yoksullar için kamu hizmetlerine ve finansal hizmetlere erişimi kolaylaştırmak ve hassas popülasyonların göç kalıplarını anlamak vb.- kazandıracaktır.”
Schwab, kitapta Dünya Ekonomik Forumu’na bağlı olan Yazılım ve Toplumun Geleceği Üzerine “Küresel Gündem Konseyi” tarafından 800 üst düzey yöneticiyle yapılan bir araştırmanın sonuçlarını aktarıyor. Bu yöneticilerin %90’ı 2025’e kadar dünyada “1 trilyon sensörün” internete bağlanacağını öngörmüş. Dünya nüfusunun %80’inin ise akıllı telefonlarının olacağı, insanların %90’ının “sınırsız ve ücretsiz -reklam destekli- depolamaya sahip olacağı, dünya nüfusunun %10’unun ise internete bağlanabilen giysiler giyeceği bekleniyormuş.
Öyle görünüyor ki, insanların yiyecek ekmeği olmasa da bir akıllı telefonlarının olmasına çok önem veriyor Dünya Ekonomik Forumu.
Özetle, pek çok insanın yakın bir gelecekte yürüyen “alıcı ve vericilere” dönüşeceğini söylemek abartılı bir tahmin olmayacaktır. Dünya Ekonomik Forumu Başkanı’nın “İmplante Teknolojiler” başlığı altında yazdıklarına da bu bağlamda dikkatinizi çekmek istiyorum: “Kalp pilleri ve koklear [biyonik kulak] implantlar daha sadece başlangıç. Art arda bir çok yeni sağlık cihazı piyasaya sürülüyor. Bu cihazlar hastaların parametrelerini saptayabilecek, insanların önlem almasını sağlayabilecek, izleme merkezlerine veri gönderecek ya da gerektiğinde otomatik olarak ilaç zerkedecek. Akıllı dövmeler ve başka benzersiz çipler kimlik teşhisine ve lokasyon belirlemeye yardımcı olabilir. İmplante cihazla ‘gömme’ bir akıllı telefon sayesinde, normalde sözel olarak ifade edilebilen fikirlerin iletilmesine de muhtemelen yardımcı olabilecek ve beyin dalgalarını ya da başka sinyalleri okuyarak ifade edilmeyen düşünceleri ya da ruh hallerini iletebilecekler.”
*
Yapay zeka ve dijital devrimin dünyayı nasıl biçimlendireceğine ilişkin kesin bir şey söylemek zor olsa da Schwab’ın yazdıkları amaç ve içerik konusunda bir fikir veriyor. Altı ay gibi bir sürede küresel ölçekte yaşananların hızını dikkate aldığımızda öncesinden düşünüp tartışmadığımız ne kadar çok şey olduğunu görüyoruz. “Sağlık” Schwab’ın sözünü ettiği “ortak, olumlu ve kapsayıcı” yeni anlatı olabilir mi? “İnsan hakları, özgürlük, demokrasi” gibi anlatıların yıpranmışlığı dikkate alınırsa, ideolojik çağrışımı olmayan “sağlık” kavramı iyi bir tercih. Yeni “düşman” da bu bağlamda virüs oluyor. Yeni düşmanı hafife aldığım sanılmasın, bilakis daha etkili. Schwab’ın vurguladığı o “ortak, kapsayıcı anlatı” için insanlığın mücadele edeceği ortak düşmana oldukça uygun; dini, ideolojisi, etnisitesi, cemaati, coğrafyası yok. Hatta gözle görülemeyecek kadar yok. Hava olup, nefes olup, buhar olup peşimize düşüyor. Farkında olmadan bu düşmanla buluşabilir, onunla farkında olmaksızın “suç ortaklığı” yapabiliriz. Bu aslında virüs dolayımıyla hepimizin gözetlenmesine, denetlenmesine meşru bir gerekçe sağlıyor. Sorunumuz sadece bu denetimi kimlerin yapacağı, denetimin sınırlarının ne olacağı, verilerin hangi amaçlarla kullanılacağı, kimlerle paylaşılacağı değildir. Aynı zamanda “sağlık” gerekçesiyle hayatımızda meydana gelecek eğitim, hukuk, ekonomi vb. alanlardaki yapısal dönüşümlerin kimi lehine gerçekleşeceğidir.
Korona sonrası dönemde (öyle bir dönem olacak mı?) sağlık artık ulusal ve küresel politik müdahalelerin disipline edici, ön alıcı, meşrulaştırıcı bir gerekçesi olarak daha fazla kullanılacak gibi görünüyor. Bu müdahalelerin ne kadarının biyolojik ne kadarının biyolopolitik olduğunu ayrıştırmak önemli tartışma alanlarımızdan biri olacak.