Dâhilî siyâset ile hâricî siyâset, târih boyunca belirli bir mesâfeye oturmuştur. Ama, bu mesâfe hiç bir zaman, modern târihlerde olduğu nispette yaşanmamıştır. Bunun ilk nazarda bile anlaşılabilecek sebepleri vardır. Akıl yürütmeye başlayalım…
Modern dünyâ, siyâsete, ulusların şu veyâ bu şekilde müdâhil olduğu bir tarzdır. Modern ulus, târihsel kökleri çok derinlerde olan teb’aların “şahsiyet” bulduğu, birer özne hâline geldiği bir siyâsal formdur. Buradan hareketle, biz siyâset bilimciler talebelerimize, modern dünyâda siyâsetin, devlet seçkinlerinin tekelinde olmaktan çıktığını, yatay boyutunun, kapsama sâhasının genişlediğini, “aşağıya” açıldığını söyler dururuz. Bu gelişmeyi taçlandıran kavram ise “egemenliğin kayıtsız, koşulsuz” ulusa devridir.
Şüpheyi elden bırakmayan, motto veyâ aforizmaların büyüsüne kapılmayan zihinler, târihte hiçbir şeyin mutlak olmadığını bilirler. Onlar, önümüze hakikât olarak konulan ve ezberletilen şeylerin, pek çok defâ, aslında kırılgan postülalardan ibâret kaldığını da hesâba katarlar. Bu uğurdaki en mûzip işlerden birisi de, iddia edilenlerin mefhum-u muhalifinden hareket etmektir. Târihte hiçbir şey şeyler kayıtsız şartsız olmaz. Târihin motoru diyalektiktir. Eğer ortada bir kazanım varsa, bu kaybedilen şeyler pahasına olmuştur. Aynı şey, kazananlar ve kaybedenler kulübü için de vârittir. Hiçbir kazananlar kulübü, kaybetmeksizin bir şeyi kazanmaz. Kaybedenler kulübü ise, illâki bir şeyleri kazanarak, en azından elde tutarak kaybetmiştir. Bu bakışı meselemize tatbik edelim.
Modern dünyânın siyâsal serencâmı tâkip edildiğinde, egemenliğin kayıtsız şartsız uluslara geçmiş olması üzerinden devletler kaybeden; uluslar ise kazanan saflardadır. Bunun böyle olması arzulanmış olabilir. Hâlbuki, somut gerçeklere baktığımızda, modern devletlerin, bürokrasiler veyâ siyâsal elitler üzerinden hâlâ tekelini devâm ettirmekte olduğunu görüyoruz. Evet, seçimler, hesap verme mekanizmaları devletlerin ellerini kollarını eskisi kadar rahat hareket ettirmiyor. Ama egemenliğin tasarrufu mevzu edildiğinde, ulusların irâdesi, adına temsil denilen çok katmanlı süreçlerden geçerek yine devlet seçkinlerine devrediliyor. Meselâ Su Ürünleri Kânûnu, çok özel uzmanlıkları gerektiriyor. Biz, ulusu var eden vatandaşlar olarak biraraya gelsek de böyle bir yasa çıkaramayız. Biz, olsa olsa bu kânunları çıkaracakları aralarından seçecek olanları seçebiliriz. Kânûnu yapacak olanlar yine bu işten anlayan ehil bir azınlık; onu onaylayanlar ise,bizim seçtiğimiz, bu işlerden anlamayan temsilcilerimiz olacaktır. Velhâsıl, kurumsal seçkinleri, bürokrasileri ve teknokrasileri ile egemenlik hâlâ büyük ölçüde devletlerdedir. Siyâsal literatürde, Mosca, Pareto, Michels, C.W. Mills gibilerle anılan Seçkinci Teori zannedildiği kadar arkaik değildir. Modern dünyâdaki egemenlik ilişkilerini, bir artık değer olan egemenliğin kadim taşıyıcısı olan devletlerin, egemenliği devretmiş göründüğü uluslardan karmaşık mekanizmalarla geriye çektiği ilişkiler olarak değerlendirmek daha doğrudur.
Bir zamanlar çok gözde olan ekonomipolitik kavramı artık kullanılmamaktadır. Kapitalizm, ekonomiyi, siyâsetten arındırarak kendisini güvence altına aldı. Vatandaşlara, “Bu ikisini ayır. Evvelâ her şeyden âzade ekonomik hesâbını yap. Siyâsal tercihini de ona göre belirle” denmektedir. Ekonomipolitik akıl yürütme ise tam aksine, bu iki sâhayı ayırmaz; iç içe görür. Ekonomik bir meseleyi, soğutmadan, sıcağı sıcağına politik alana; politik bir meseleyi de aynı sûrette ekonomik alana taşır. İstenmeyen, vatandaşların derinlikli ve ihâtalı düşünmesi olsa gerekir ki, bu iki saha birbirinden ayrıştırılmıştır.
Ekonomipolitik disiplinin çökertilmesi dâhilî ve hâricî siyâsetlerin ayrıştırılmasını da kolaylaştırmıştır. Tıpkı ekonominin dokunulmazlık kazanması gibi hâriciye de dokunulmazlık kazanmıştır. (Buna kızıp hâriciyeyi demokratikleştirmek adına yapılanları bir nev’i luddizm olarak gördüğümü vurgulamalıyım. Unutmayalım ki, pek çok yanlış, doğruların aşırılaştırılması üzerinden yapılır ). Dâhilî siyâsetlerin başarısı, nihâyetinde vatandaşların, istikbâli güvenlik temelinde temin edilmiş hissi veren refah (tüketim) seviyesinin tutturulmasına sâbitlenmiştir. Kısaca bu ücret ve vergi nispetlerine çıpalanmış bir iştir. İnsanların kâhir ekseriyeti oy verirken başka bir şeye bakmaz. Alım gücü düşmüyorsa istikrar üzerinden iktidarlara destek verir; aksi takdirde kızar ve desteğini çeker. Siyâsetçiler de bunu bildikleri için popülist kanallar üzerinden her nev’i illüzyonla oy avcılığına çıkarlar. Husûsî durumlar hâriç, hâricî siyâset ise ulusun veyâ kamuoylarının alâkasını o kadar çekmez. O husûsî durumlar ortaya çıktığında ulusların hâl-i pür melâlini açıklayacak kavram olsa olsa gaflettir. Avrupa uluslarının Ukrayna-Rusya arasındaki savaşta yaşadığı, sudan çıkmış balıklık hâli bunun (aymazlığın) en canlı misâlidir. Gafleti, bedhahlık ve dalâlet tâkip etmesine şaşırmamak lâzımdır. Avrupa hâl-i hazırda, bu üçleme üzerinde seksek yapıyor.
Türkiye de bu arada seçime gidiyor. Ben de kimin kazanacağını merak ediyorum. Ama en az bunun kadar merak ettiğim husus, vasatî Türk seçmenin oy verirken, ekonomi ile siyâset; şiyâset derken de dâhilî ve hâricî siyasetler arasındaki organik ilişkileri ne derecede dikkâte alacağıdır.