Devşirmeler

Ümit Aktaş Yazdı;

Devşirmeler

Devşirme siyaseti Osmanlının yönetici zekâsına hamledilir. Bir açıdan doğrudur da. Hıristiyan tebaanın çocuklarını alacaksın, bir “savaş makinesi” olarak yetiştirip, Hıristiyanlara karşı sürdürülen savaşlarda kullanacaksın… Buradaki yegâne maksat ise salt askerî güç ithali olmayıp, iktidar (saray) üzerindeki Türk soyluların baskısını da bu devşirmelerin ikamesiyle azaltmak; dolayısıyla da padişahın otoritesini mutlaklaştırmaktır. Ama her aşırılık bir noktadan sonra tersine döner. Nitekim bu “savaş makinesi” günü gelip kendisindeki gücü fark ettiğinde, bu kez efendisine karşı dönerek, yönetim üzerinde etkinleşecektir. Yeniçerilerdeki bu başıbozukluğu ve kötü niyeti fark eden Genç Osman, bu sistemi değiştirmeye yönelse de, tecrübesizliğinin kurbanı olur. Osmanlı tarihinin bu bağlamdaki ilk darbesi, 1622 yılında Genç Osman’ın katledilmesiyle neticelenir. Yeniçeriler bundan sonra da birçok darbe yaparak sistem üzerindeki etkinliklerini devam ettirirler. Yeniçeri Ocağı ise ancak 1826 yılında, sistemin bütünüyle değiştirilmeye çalışıldığı modernleşme süreciyle birlikte ve ancak topa tutularak ortadan kaldırılabilir.

Ama darbeci gelenek orada sona ermez. Yeniçerilerin yerine ikame edilen Mekteb-i Harbiye’den yetişen subaylar, 1908 yılında yaptıkları ihtilalle imparatorluğun sonunu getirecek olan bir süreci başlatırlar. Bu kez ise tersinden bir devşirmecilik süreci yaşanmaya başlanmıştır. Doğrudan veya dolaylı bir biçimde Batıcı bir eğitimden geçirilen kuşaklar, Batı sistemi tarafından ve farklı biçimlerde (Fransız laikliği ve ulusalcılığı, Alman dayanışmacılığı ve milliyetçiliği…) devşirilirler. Nitekim 15 Temmuz 2016’daki darbe sürecinde yer alan Fetullahçılar da, bir biçimde ABD tarafından devşirilmiş (NATO’cu) ekibin bir parçasıdırlar. Öyle ki bu ekip, ordu ve devlet içerisindeki oldukça gizli yapılanması bir yana, dünyanın çeşitli noktalarında açtıkları okullarla, ABD’nin küresel egemenliğini pekiştirecek bir yönde de faaliyetler göstererek, bu tür bir devşirme stratejisinin de bir parçası olmuştur. İşin garip tarafı ise bu faaliyetlerin iktidarlar kadar Anadolu’nun “saf” dindarları tarafından da desteklenmesidir.

İktidara gelebilmek için bu devşirmeciliğin mahsulü “Cemaat”le “örtük” bir koalisyon yapan AKP, neredeyse bütün güvenlik birimlerini bu zihniyete teslim edecektir. İktidardaki yerini sağlama aldıktan sonra ise, bunlardan kurtulmak için aynı birimler ulusalcı-milliyetçi kesimlere teslim edilecek; bir açıdan bu ekipler devşirilecektir. Ama bu kesimler, Susurluk olayında açığa çıktığı gibi, mafyatik ilişkiler, faili meçhuller ve gayrimeşru kazanç alanlarıyla iç içe bulunmaktadır. Dolayısıyla bunların devşirilmesiyle birlikte bu tip ilişki ağları da devşirilmiştir. Gerçi “GÜÇ METAFİZİĞİ VE BÜYÜK SUÇLU İMGESİ” başlıklı yazımda da açıklamaya çalıştığım gibi, bu ilişkiler günümüz kapitalizminin, kapitalist şirketler kadar devletlerin de iştigal alanı içerisinde yer almaktadır. Bu sürecin AKP siyasetini tasallutu altına almasının tezahürlerine de, son sıralarda ortaya dökülen ve olağan siyasal zeminlerde bakanları veya hükümetleri düşürecek söylentilerle tanık olmaktayız. Ama sonuçta içsel dengelerin şimdiye değin dışarıya yansıtmadığı bu “karanlık ve kirli ilişkiler” ilk kez dışarıya vurmuş; “Pandora’nın kutusu” açılmıştır.

Siyasetin olağan şartlarından uzaklaşılarak, salt güç odaklarını esas alan bir yönelime girmenin bu olumsuz etkisinden uzak durabilmenin birinci şartı, siyasal uğraşı bir hayat memat meselesi ve bir çıkar çevresi haline getirmemek; dolayısıyla da iktidar değişimlerine ve hesap verilebilirliğe açık olabilmektir. Türkiye siyasetinde ise siyasalın belirleyiciliği kadar, siyasilerin gücü de olağan siyasal yönetimlerde rastlanamayacak ve uzun süre kaldırılamayacak bir ağırlıktadır. Beri yandan bu durum, siyasetin hizmet esaslı bir uğraş olması esasını da çığırından çıkararak, çıkar çevrelerinin ve örgütlerinin bir parçası haline gelmesine yol açmaktadır. Bu tür bir güç temerküzü ise toplumsal eşitsizlikler kadar adaletsizliklere de yol açmakta ve sistemin olağanlığı, sistem dışı güçler ve etkiler tarafından baskı altına alınarak yolundan çıkarılmaktadır. Ama AKP ve seçmen kitlesi, bu durumdan rahatsızmış gibi gözükmemekte; iktidarın bekası uğruna en azından şimdilik sessiz kalmayı sürdürmekteler. İktidar çevreleri, yapadurdukları her ne olursa olsun, kendilerini Allah’ın seçtiği mümtaz ve yerlerine asla başkasının konulamayacağı kimseler olarak görmekte; yani “hakikat”in iktidara atfedildiği bir “güç metafiziği” girdabına düşmüş bulunmaktalar.

Gerçi bu eğilim, Türkiye siyasetindeki sağcı-muhafazakâr siyasetin genel eğilimidir ve bu eğilimin hiçbir partisi, iktidar olma dışında hayatiyetini sürdürememektedir. Bu da bu tip partilerin iktidara tutunmayı bir ölüm kalım meselesi haline getirmelerini açıklayan bir psikolojidir. Siyaseti iktidar olmakla ve hatta liderlikle özdeşleştiren bu bakış, siyasal geleneğimizin de kodladığı bir anlayış olarak, iktidarın aşırı belirleyiciliğini (Schmittçi bir mutlakçılığı) de benimsemekte ve olağan siyasetin özü olan eleştiri, istişare, katılım ve denetime açıklığı yavan demokratik ilkeler olarak görmektedir. Dolayısıyla da bu bakış, siyasetin şahsiyetler (liderler) üzerinden düşünülme ve yargılanma anlayışının aşılmasına ve toplumun siyasete sadece seçmen olarak değil, denetlemeci ve müzakereci olarak da katıldığı dört başı mamur bir siyaset anlayışının (demokrasi, şura sistemi; çoğulculuk ve katılımcılık) geliştirilmesine de elvermemekte ve hatta bunu engellemektedir.  

Lider merkezli ve liderle partiyi ve hatta siyaseti özdeşleştiren bu bakış, doğal olarak lidere aşırı anlamlar yüklemekte ve hatta onu masumiyet telakkisine özgü bir yüceltme ile hatasızlıkla vasıflandırmaktadır. Peygamber sonrasındaki durumu adeta Peygamber hayattaymış gibi sürdürme çabasının, yani imkânsızın tahayyülünün bir edimselleştirilme çabası olarak bu imkânsızlığı, din (akide) ile siyaseti özdeşleştirmek gibi bir sonuçla da maluldür. Siyasetin ancak cemaatsel bir bütünlük içerisinde sürdürülmesini, dolayısıyla da farklılaşmaların reddedildiği bir tutum olarak telakki edildiği bu anlayıştaki paradoks, İslam tarihindeki çoğu savaşların da nedenidir. Oysa din bir iman konusudur, siyaset ise toplumsal bir pratiktir. Ve işte bunun için de farklı bakışlara, bu bakışlar arasındaki müzakerelere, tartışmalara ve hatta çatışmalara da açıktır. Zira toplumun selametine dair iyilikler, bakışların çoğulluğunun katılımıyla üretilebilecek bir çeşitlilikte ve zorluktadır.

Siyasete bakış bu yönüyle olsun yalınlaştırılamayınca, ortaya çıkan sorunların yarattığı krizleri müzakerelerle çözemeyen ve çözümü silahlara havale eden, yani silahlara dayanan bir siyasal mücadeleyi aklın, eleştirinin ve müzakerelerin yerine koyan bir anlayış açısından toplumsal her sorun aynı zamanda bir iktidar sorunu haline gelecek, bunun çözümü ise ancak silahlarla sağlanacaktır. Bu anlayış çağımızda, yani sözümona demokratik bir atmosferde bile eleştirilip aşılmak yerine, siyasal çözümlemelerin asli bir yöntemi haline getirilince,  Müslüman toplumlar siyasetin savaşlarla biçimlendirildiği bu kriz halinden bir türlü çıkamayacak; siyaset ise çıplak güç ilişkilerinin savaşımına dönüşerek akıldan ve erdemden büsbütün yoksunlaşacaktır.

Hatalara ve yanılmalara açık ve hatta doğrudan insani edimlerin zaaflarından ve başka akıllara muhtaçlığından neşet eden siyasallık, muhayyel bir duruşun metafiziğinde sabitlenmiş bir hakikat olmaktan ziyade, kendi özündeki bu eksikleri gidermenin cemaatler (partiler, hizipler, eğilimler) arası tartışma ve çatışmalar boyunca arayışının olumsallığına dayanır. Bu ise daha en başından insanların hatalı oluşunun kabulü anlamına gelmektedir. Evet, insanlar hatalıdır ve sorun hata yapmamakta değil, yapılan hataları düzelterek hayatı onarabilme becerisindedir ki, bir bakıma siyasallık ve siyasal uğraş da bundan başka bir şey değildir.

Hataları ve hata yapmayı olağanlaştıran bir anlayış ise bizi doğal olarak siyaseti onarmanın ve sağaltmanın en temel yolu olan eleştirelliğe ve müzakerelere götürecektir. Ama belli şahsiyetleri fetişleştiren takipçiler (lider kültünün tapıcıları), bırakın eleştirelliği, o şahsiyetlerin masumiyetine inanmamızı ve aksinin neredeyse küfür addedildiği ölçekte siyaseti akideleştiren ve bu nedenle de siyasileri adeta peygamberler mesabesine çıkaran bir bakışa sabitlenmektedirler ki, esasında peygamberler dahi hatadan ve eleştiriden münezzeh olmayan birer “beşer” idiler. Ve hatta onlar tam da bunu, yani liderlere (Nemrut, Firavun, Sezar, Kisra…) tapıcılığı eleştirmekte ve reddetmekteydiler.

Peki, bu gibi takipçiler bizim görebildiğimiz hataları ve yanlışları görmemekteler mi? Şayet görmekteyseler, bu apaçık hataları gördükleri halde neden bu hatasızlık telakkisinden vaz geçememekteler?.. Kuşkusuz ki görmekte ve bilmekteler. Ama Arapların “zalim de olsa kardeşine yardım et” deyişinde olduğu gibi, zalim de olsa kardeşlerine yardım etmek gibi bir taassup içindeler. Oysa Peygamber (as)  bu deyimi doğrudan reddetmemiş, “evet” demiştir, “kardeşine, zulmüne engel olarak yardım et”, yani onu zalimlikten alıkoy! Peki, tüm bunlar bilinmemekte mi? Bilinmekte elbette. Ne var ki,  Slavo Zizek’in günümüzün sinizmi için kullandığı bir ifadeyle ve ne yazık ki trollerin sağladığı gazlama destekleriyle, bilseler de yine de inanışlarını sürdürmeye devam etmekteler.

Devamı >>>