DEVLETİN ADALET VE ŞEFKATİNDEN ŞÜPHE EDENLER VARMIŞ!

Yeni Akit Gazetesi yazarı Ken ALPAY'IN "KONUYA DAİR" ANALİZİ...

DEVLETİN ADALET VE ŞEFKATİNDEN ŞÜPHE EDENLER VARMIŞ!

Çok şaşırmış, son derece tedirgin olmuş, hayretten dudaklarımız uçuklamış gibi pozisyon alarak siyasi ve toplumsal tarihi hiç bilmiyormuş gibi yapmanın zerre miktarı faydası yok kimseye. Yaşadığımız gerçekleri görmek ve tasvir etmek için “kimin kayığına binerse onun yelkenini şişiren” gazetecilerin gazına gelmeye veya liberal aydın ve çevreleri kılavuz edinmeye hiç hacet yok. Bir parçası olduğumuz ülkenin, toplumun, tarihin, kültürün doğrusuyla yanlışıyla analizini yapmak öncelikle bizim üzerimize bir sorumluluk çünkü.

Statükoyu muhafaza etmek için fasılasız bir biçimde gündemde tutulan klasik jargonun “Atatürk ve laiklik düşmanlığı yaparak Cumhuriyet’e saldırıyorlar, Devlet’i yıkmak istiyorlar” gibi basit, sığ ve tutarsız bir takım sloganlardan ibaret olduğunu biliyoruz. Devlet’in resmi ideolojisi ve iktidar sınıflarıyla masuniyetini/dokunulmazlığını tescilleme gayretleri sadece tarihi gerçekleri değil hukuku, adaleti, merhameti de alt üst ediyor.

Kurgulanan Tarihe İtiraz Edelim

Ata/Türk milliyetçiliğinin kurguladığı ‘devlet’in bekası ve yüceliği namına adalet, hukuk, merhamet, refah, güvenlik gibi bireysel ve toplumsal hayatı var eden en temel değerlerin içini boşaltan anlamsız ve yıkıcı hareketler teamül haline getirilince ne huzur kaldı ülkede ne de refah ve güvenlik. Peki, bizden beklenen hatta ödev olarak istenen nedir? Son bir asırdır çok mutlu, muazzam huzurlu, dünyayı kıskandıracak derecede müreffeh ve mutmain bir ülkede yaşadığımıza gönülden inanmak, başta Atatürk olmak üzere bugünümüzü sağlayan Ata/Türkçü ideoloji ve kadrolara daima şükran duymak.

Devlet hep demokratik hukuk devleti şeklinde anılmak, sadece ve sadece saygı görmek istiyor. Devlet hiçbir surette zorbalığını, tutarsızlığını, yolsuzluğunu, işkence, cinayet ve katliamını görmemizi ve teşhir edip kınamamızı istemiyor. Birey ve topluma göre, adalet ve hukuka göre devletin her hâlükârda üstün ve öncelikli olduğuna inanmamız bekleniyor bizden. Devletin suç işlediği ya da işleyebileceği ilişkin bütün ihtimaller devre dışı tutulsun, devleti sorgulanmaya hiç kimse yeltenmesin diye halka karşı gayet otoriter bir söylem yükseltiyorlar.

İyi ama Türkiye’de devlet toplumsal adaleti tesiste takdir edilebilecek, hukuki açıdan pozitif tutum takınan, temel haklar ve özgürlüklere karşı ön açıcı güzel bir sicile mi sahip? Devlet’in halktan takdir ve sadakat bekleyecek yüzü var mı cidden? Bu sorulara verilecek cevaplar dönem dönem değişir elbette. Ama bir bütün olarak kutsal bir devlet metaforu etrafında işlenen zulümleri örtmeye, daha ileriye gidip makul ve meşru saymaya kalkanlara da “kes sesini, otur oturduğun yerde, yaptığınız terbiyesizlikler yetti” dememiz gerekiyor.

Yaşadığımız asırlık trajik hikâyeden şöyle birkaç pasaj açalım isterseniz. Mustafa Kemal’in nasıl ve neden Ulu Önder Atatürk olduğunu, Ebedi Şef ilan edildiğini, anıt heykelleri etrafında tapınırcasına resmi törenler tertiplendiğini asla tartışmadan salt bir övgü ve sadakat yarışına girmemiz bekleniyor bizden. Faşizmin Türkçeye uyarlanmış ve milli sınırlar dâhilinde ete kemiğe bürünmüş halinden ötesini temsil etmeyen Tek Parti ve Tek Adam Cumhuriyeti’ni asr-ı saadet bellememiz telkin ve ihsas ediliyor. Sanığın önce idamına, bilahare delillerin toplanmasına karar vermesiyle meşhur İstiklal Mahkemeleri cinayetlerine alkış tutmamız salık veriliyor.

Karanlık ve Kanlı Dönem Unutulur mu?

Ali Şükrü Bey’in sözde faili meçhul cinayetle ortadan kaldırılmasından veya İskilipli Atıf Hoca gibi âlimlerin idam sehpalarında boğulmasında devleti haklı göreceğimiz sanılıyor. Şeyh Said ve Seyyid Rıza’yı darağacına sürükleyen komitacı mantığa hayranlık duyacağımız zannediliyor. Dersim’de, Zilan’da, Özalp’ta, Menemen’de dökülen kanların toprağa bereket getirdiğine inanmamız bekleniyor. Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Ali gibi cellatların hukukun üstünlüğü adına kan döktüğüne; Ömer Altay Egesel’den başlayıp Nusret Demiral, Nuh Mete Yüksel, Vural Savaş’a bütün yüksek yargı mensuplarının sadece ve sadece hukukun üstünlüğü için çalıştığına inanacak kadar saf görünüyoruz demek ki.

Askeri ihtilalleri, askeri vesayet düzenini hayırla yâd edelim, Yassıada’dan Diyarbakır ve Mamak cezaevlerine ülkenin hemen bütün jandarma ve polis karakolları gibi hapishanelerini de klasik işkence birimleri olarak işleten mantığı tatlı bir dönem olarak hatırlayalım isteniyor. Jitem’li günleri, terörle mücadele adı altında yakılıp boşaltılan köyleri ve işlenen güya faili meçhul cinayetleri bir Amerika ve İsrail komplosu şeklinde algılamamız tavsiye diliyor. 28 Şubat zorbalığını, MGK’da hesaba çekilen hükümetler dönemini, Genelkurmay’da brifinglerle hizaya çekilen Yüksek Yargı, üniversiteler, medya ve sermaye sınıfını mahkemede inkâr ettikleri için bizim de yok sayacağımızı hesap ediyorlar herhalde. Zorunlu ve kesintisiz eğitimle başörtüsüne karşı geliştirilen sistematik zorbalıkla eş güdümlü yukarıdan aşağıya dayatılan seküler hayat tarzını nazik ama ısrarcı olmayan bir teklif biçimde değerlendirmemiz isteniyor. Emekli generallerin de yönetim kurullarında yer aldığı 22 bankanın, onlarca Kamu İktisadi Teşekkülü’nün hileli işlemlerle nasıl da batırıldığını, iflasa sürüklendiğini dert etmeyin diyorlar.

Son dönemde milliyetçi söylemler ve devletçi refleksler maalesef muhafazakâr demokrat çizgideki siyasi kadroları, İslami kimliğiyle bilinen çevreleri de etkisi altına almış durumda. Devlet adına konuşmak, devlet tarafında ve devlet mantığıyla konumlanmak hastalığı hızla yayılıyor. Ata/Türkçü siyaset ve devlet görüşüne yanaşanlar Ata/Türkçü tarih ve toplum tasavvuruna doğru da hızla dümeni kırıyor. Milliyetçi mantık iddia ve söylemlerinin aksine hayatın merkezine halkı değil devleti/iktidarı koyuyor. Bu mantık hukukun üstünlüğüne de tarih ve toplumu adaletle değerlendirmeye de imkân bırakmadığı gibi en temel insani değerleri çürütüp değersizleştiriyor.

Seküler değer ve sembollerden kutsallar, ulusal kurgulardan kerametler, milliyetçi ideoloji ve önderlerden modern evliyalar üreten bu ölümcül hastalığa karşı kapsamlı ve acil bir mücadele planı devreye sokmalıyız. Aksi durumda adalet ve merhamet duyguları kalplerden de silinip gidebilir.