Önceki yazımızda genel olarak Türk milliyetçiliğinin siyasal parti olarak serencamına odaklanmış ve özel olarak ise Muhsin Yazıcıoğlu’nun milliyetçilik anlayışında devletten çok 'millet' kavramının ön plana çıktığına odaklanmıştık.
Bu anlayış 1993 yılında Büyük Birlik Partisi'nin (BBP) kurulmasıyla siyasi programına kavuşmuş bulunuyordu.
Yazıcıoğlu ve ekibi, birçok konuda Alparslan Türkeş ve Milliyetçi Çalışma Partisi’nin (MÇP) milliyetçilik anlayışından farklı bir eksende siyaset yapmak istemişlerdi.
Onlara göre MÇP devleti merkeze alan bir milliyetçiliği ön plana çıkarırken kendileri “halka hizmet” ve “hadim devlet” anlayışını referans alıyor; sivil toplum, demokrasi ve insan hakları gibi kavramları ülkücülük anlayışlarıyla sentezlemek istiyorlardı.
Aslında bu kavramları İslami bir perspektifle yeniden okumaya çalışıyorlardı.
BBP’de İslami vurgular Türkçülüğe nazaran daha baskın bir nitelik arz ediyordu.
Ülkücülük demek Hakk’a hizmetti. Referans noktası ise, Türklerin tarih boyunca İslam’ın hizmetkarı ve bayraktarı olmasıydı.
BBP, söylem ve uygulamalarında devamlı olarak lider partisi olmadıklarını vurgulamaktaydı.
Hatta “davaya ihanet” ithamlarıyla karşılaştıklarında ülkücü hareketin şahıslardan azade olduğunu ve teşkilatları merkeze alan bir meşveret anlayışının olması minvalinde cevaplar veriyorlardı.
Burada sadece MÇP lideri Alparslan Türkeş’e değil diğer siyasi parti liderlerine de aynı eleştirileri yöneltiyorlardı.
Zira bu bakış açısı oldukça iddialı bir şekilde 1993 tarihli BBP programına "İnsanların putlaştırılması üzerine inşa edilmiş, lider karizmalarına dayalı siyaset anlayışını reddediyoruz" şeklinde yansımıştı.
BBP’nin lider sultasına karşı çıkan milleti önceleyen anlayışı, siyasi buhran dönemlerinde milli iradeden yana tavır koyması ile kendini göstermiştir.
Zira devleti önceleyen partiler kriz zamanlarında milletten yana değil statükodan yana tavır koymuşlardır.
Burada BBP “milletçi milliyetçilik” anlayışı gereği Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) başta olmak üzere diğer muhalefet partilerinden farklı bir tutum takınarak 28 Şubat süreciyle yapılmak istenen post-modern darbeye karşıt bir söylem geliştirmiştir.
Nitekim henüz süreç başlamadan önce 1995 seçimleriyle anahtar parti konumuna geldiğinde her türlü baskıya ve telkine rağmen RP-DYP koalisyonuna destek vermişti.
Kısaca değinecek olursak; 28 Şubat darbesine giden süreç RP-DYP koalisyon hükümetinin kurulmasıyla başlar.
Refahyol koalisyonu kurulduktan sonra her geçen gün "şeriat" korkularını tetikleyecek yeni olaylar ortaya çıkmaya başlamıştı.
Özellikle İslami kimliği nedeniyle Necmettin Erbakan’ın Türkiye Cumhuriyet’inin başbakanı gibi önemli bir mevkide yer alacak olması Kemalist-laik kesim için hiç de içine sindirecekleri bir durum değildi.
Bu saatten sonra koalisyon hükümetinin yaptığı her icraat tartışmaya açılmış ve laikliğe aykırı olarak görülmüştür.
Bu rahatsızlığın merkezinde Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) olmuş ve böylece bir tür tasfiye süreci başlatmıştı.
Süreçte ordu, cumhurbaşkanı, yüksek yargı mensupları, üniversite rektörleri gibi devleti temsil eden üst düzey kurumların yanı sıra sivil toplum kuruluşları (STK), TUSİAD, medya, siyasi partiler de etkin olmuş, oldukça kapsamlı bir psikolojik hareket tek elden başlatılmıştır.
STK’lar ve medya bu sürecin öncü kuvvetleri olmuş, irticai faaliyetler ülkenin tek gündemi olmuştur.
Ordu bu kez yönetime doğrudan el koymamış, mevcut hükümete kararlarını dayatmış ve hükümetin istifasına kadar giden süreci büyük bir ustalıkla planlamıştır.
Özellikle TSK, sürecin temel yönlendiricisi ve sürecin ana planlayıcısı olmuştur.
Öyle ki kamuoyunun desteğini alabilmek için yargı mensuplarına, barolara, STK’lara ve basın-yayın kuruluşlarına talimat verme mahiyetinde brifingler düzenlemiş ve süreç etkin bir şekilde yönlendirilmiştir.
Bu brifinglerin temel konusu iç düşman olarak nitelendirilen “irtica” söylemidir.
Süreci meşru bir zemine oturtmak için kapsam gittikçe genişletilmiş “Beşli Sivil İnisiyatif” ve medya, askerden taraf olmuştur.
Nitekim dönemin üst düzey komutanlarından biri “Bu defa işi Silahsız Kuvvetler halletsin!” diyerek sürecin nasıl bir organizasyon olduğunu gözler önüne sermiştir.
28 Şubat 1997 tarihindeki MGK bildirisiyle başlayan “resmi” dayatmalara daha fazla dayanamayan Erbakan, başbakanlığı Tansu Çiller’e vermek üzere istifa etmişti.
Hükümet kurma görevinin kendilerine verilmemesiyle birlikte post-modern darbe tamamlanmış oluyordu.
Yazıcıoğlu, tüm bu süreçte dindarlara yapılan baskılar ve haksızlıklar karşısında sessiz kalmamış ve milletin yanında yer almıştı.
Her fırsatta milli iradeye vurgu yapmış ve demokrasiden yana tavır alarak her türlü dayatmaya karşı olduklarını belirtmiştir.
Özellikle Sincan sokaklarında tankların yürütülmesine karşı “Millete çevrilmiş olan tanka selam durmam” ifadeleriyle çok sert tepki göstermiştir.
Ardından 28 Şubat 1997 tarihindeki malum MGK toplantısında dönemin başbakanı Necmettin Erbakan’ı bildiriyi imzalamaması hususunda cesaretlendirmiştir.
BBP, bu süreçte dini değerler ve milli irade hususlarında darbe karşıtı bir konumda yer almış ve aynı zamanda RP’yi yaptığı hatalarından dolayı uyarmıştır.
Yazıcıoğlu’nun milli irade ve demokrasiden yana tavır koyduğu bir başka gelişme ise 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı Seçimi krizi olmuştur.
Bilindiği üzere bu dönemde Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olması “367 tartışmaları”, “Cumhuriyet Mitingleri”, “27 Nisan E-muhtırası” ve Anayasa Mahkemesi'nin siyasi bir karar vererek Cumhurbaşkanlığı seçimini iptal etmesiyle engellenmişti.
BBP, bu gelişmelere oldukça sert tepkiler vermiş, hukuk ve demokrasinin dışına çıkan her türlü yola karşı duracaklarını bir kez daha belirtmiştir.
28 Ağustos 2007 tarihinde MHP’nin kilit desteğiyle 367 sayısı aşılarak Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Ardından böyle bir durumun tekrar yaşanmaması için Cumhurbaşkanlarını halkın seçip seçmemesine yönelik gidilen referandumda BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu, milli iradeye vurgu yaparak “evet” oyu kullanmıştır.
Kuşkusuz Muhsin Yazıcıoğlu’nun siyasi hayatı ve “milletçi milliyetçilik” anlayışını birkaç yazıya sığdırmak hayli zor.
Büyük Birlik Partisi genel başkanı, 29 Mart 2009 tarihinde yapılacak olan yerel seçimler için mitinge giderken elim bir helikopter “kazasında” hayatını kaybetmiştir.
Suikasta uğradığı şüphesiyle açılan soruşturma halen devam etmektedir.
Merhum Muhsin Yazıcıoğlu, Türk siyasetindeki dava adamlığı şiarının ender temsilcilerinden birisi olarak anılmaya devam edecektir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish