DEVLET TERBİYESİ VE PARTİ DİSİPLİNİ

Kenan Alpay'ın "konu ile ilgili" analizi...

DEVLET TERBİYESİ VE PARTİ DİSİPLİNİ

Siyaseti bir takım protokol haberleri ve temaslarına sıkıştırmaya çalışmanın da manipülasyon amaçlı kulis bilgilerini sistematik olarak toplumun üzerine boca etmenin de bir yere kadar kamuoyu üzerinde etkisi oluyor.

Tecrübelerle sabit olduğu üzere Türkiye’de siyasi gündemi, kontrollü haber ve yorumlarla, atanmış ve kısıtlanmış kadrolarla belirleyebilme imkânı çok uzun ömürlü olmuyor; iyi ki de olamıyor. Çünkü bu durumda siyaset en doğal ve zaruri kaynağı olan toplumsal talep ve itirazlarla günden güne daha fazla iletişim ve temsil sorunu yaşıyor.

Şu hususu kafamıza iyice yerleştirelim: Öteden bu yana devlet terbiyesi ve parti disiplini denilip çokça takdis edilen seçili davranış modelleri Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu gelişmelere, sıçramalara hemen hiç katkı sağlamıyor.

Şaşırtıcı Değil, Tabiatında Var!

Klasik jargon “milli birlik ve beraberliğe en çok muhtaç olduğumuz şu zamanda …” gibi cümleler üzerinden üretilen mantaliteyle bir refleks olarak farklı fikir ve yöntemler önermeyi, itiraz ve eleştiri hakkını, hele hele devlet tarafından icra edilen hukuksuzlukları dile getirmeyi büyük bir risk ve tehdit şeklinde kurguluyor. Burada en can sıkıcı olan husus, bürokratik oligarşinin söylem ve örgütlenme mantığıyla uzun yıllar boyunca mücadele etmiş siyasi kadroların ortadan kaldırmaya ahdetmiş oldukları tuzağa düştüklerini fark edemiyor oluşlarıdır.

Her dönem farklı bir takım çıkışlar yapabilmiş Bülent Arınç neden Ahmet Türk ve Canan Kaftancıoğlu gibi iki kritik meselede Hükümet’in hilafına konuştu?

Ali Babacan neden kurucusu olduğu ve uzun yıllar bakanlık yaptığı AK Parti’den istifa ettikten sonra Ahmet Taşgetiren ve Yıldıray Oğur’a yeni parti çalışmaları hakkında mülakat verdi?

Ahmet Davutoğlu, Dışişleri ve Başbakanlık yaptığı AK Parti’den ihraç edilmek istenirken maaşını alıp bir köşede susup oturmak yerine neden ısrarla fakat sakin bir üslupla yazıyor, konuşuyor, toplantılar tertipliyor?

Şaşırtıcı bir durum yok aslında. Doğal olan hatta ahlaki sorumluluk açısından itiraz ve talepleri sakin sakin, güzel güzel ve şeffaf bir biçimde kamuoyuyla paylaşmakta hiçbir beis yok. Aksine bu çıkışları klişeleşmiş komplo teorileriyle izaha kalkmanın da olur olmaz kulplar takarak itibarsızlaştırmanın da sahiplerine bile faydası olmayacak. Meseleyi salt siyasal dengeler ve konjonktürel hesaplar üzerinden kritik etmeye başladığımızda mantık ve ahlaki değerler bir bataklığa saplanmış olacaktır. İşte basiret ve ferasetin bağlanması denilen hadise tam da böyle bir şeydir. Çünkü bu türden bir siyasal miyopinin arkasında statükoyu değişmez ve değiştirilemez hatta asla değişmemesi gereken mükemmel bir model olarak kabul ediş vardır.

Kapıyı Göstermek Çare mi?

Bülent Arınç’ın itiraz ve tekliflerini eleştirmek mümkündür ancak tahkir ve tezyif edici, kapıyı gösterici, müphem hesapların sözcüsü gibi lanse edici tutumların ne AK Parti’ye ne de genel manada siyaset ve topluma kazandıracağı bir şey var. Dahası AK Parti’den önce MHP sözcülerinin bu işe hızla soyunması, Cumhur İttifakı protokolünü aşıp AK Parti’nin içini tanzime, sesini ve vicdanını bastırmaya koyulması haklı olarak çok göze batıyor.

Ali Babacan’ın başarılı olup olmayacağını, görüşlerinin halkı ikna edip edemeyeceğini biraz beklersek hep birlikte göreceğiz. AK Parti’den ayrılmasaydı ya da ayrılma tercihine zorlanmasaydı, birikim ve tecrübelerine uygun bir görev teklif edilseydi çok daha iyi olacağı yönünde görüşler ağırlık basıyor. Ne var ki, köprünün altından epeyce su aktı ve bu süreç muhtemelen sonbaharda bir parti kuruluşuyla başka bir mecraya evrilecek. Ancak Karar’a verdiği röportajda Babacan, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve mevcut AK Parti siyasetiyle ciddi bir ayrışmayı işaretlese de 2002 ilkelerine sadakatin altını çizerek yola çıkıldığını vurguluyor. Meseleyi ihanet-sadakat sarmalına mahkûm etmeden kurucu ruh ve prensipleri kamuoyu önünde olabilecek en şeffaf biçimiyle tartışmak yine de AK Parti açısından iyi bir fırsata, hayırlı bir tartışmaya vesile olabilir kanaatimizce.

Gündemin önemli bir diğer parçası olarak AK Parti içinde bir ‘ayıklama’ ameliyesi şeklinde öne çıkan ihraçlar meselesine bakmak icap ediyor. Ahmet Davutoğlu ile birlikte Ayhan Sefer Üstün, Selçuk Özdağ ve Abdullah Başçı’nın kesin ihraç talebiyle disipline sevk edilme gerekçelerine dikkatle, adaletle ve insafla bakmak hepimizin boynunun borcudur. Şu durumda yönetici kadrolara baktığımızda, sadece Dışişleri Bakanı olarak değil Genel Başkan ve Başbakan sıfatlarıyla da AK Parti adına kitleleri temsil etmiş Ahmet Davutoğlu’nu kesin ihraç talebiyle disipline sevk etmenin nasıl bir sancı, nasıl bir kırılma oluşturacağını konuşmaya kimse hacet hissetmiyor anlaşılan.

Oybirliğiyle alınan disipline sevk kararı şimdilerde önemli bir kudret göstergesi gibi algılanıyor olsa da rüşvet, iltimas, usulsüzlük veya başka bir ahlaki-hukuki suç isnat edemeden salt olarak parti içi işleyişe yönelik eleştirileri ihraç sebebi saymak tahmin edilenlerden çok daha fazla sorun üretecektir. Bugün en kolay ve en net çözüm olarak gözüken icraat yarınlarda en müşkül, en müphem problemlerin ebesi olabilir.

İdeal olan, kudret ve güven kazandıran siyasetin parçalanması değil söylem ve eylem itibariyle merkezi bir hüviyete sahip olmasıdır. Ancak merkezi demek tek tip-tek ses veya tek yöntem demek değildir. Ülkenin bütün seslerini, renklerini, duygu ve düşüncelerini öncelikle parti içindeki kurucu kadrolarla mümkün olan en yüksek oranda temsil edilebilir kılma yolunda daha çok çaba sarf edilmesi gerekiyor. Eleştiri ve özeleştiriye davet eden, öneri ve tavsiyede bulunan kadroların tasfiyesi belki çok kolaydır ancak yol açtığı sorunların telafisi ise en girift problem olacaktır.