Devlet mevzuuna giriş

Devletler, yüklendikleri bir görevi yerine getirirken, ya adalet unsuruna, ya da onun zıddına olacak şekilde zulüm unsuruna dayanırlar.

Devlet mevzuuna giriş

Sait Alioğlu Yazdı;

"Devlet, toplumun ya günahı, ya da sevabıdır.”

Devlet, kelime kökeni açısından Arapça olup “şans, talih” anlamlarına gelir.

İnsan, her şeyden önce birçok alandan ziyade psikolojik açıdan kişisel ve toplumsal olarak güvenlik anlamında korunmayı ve istikrarı; bunlar sağlandıktan sonra ise ekonomik refahı ve giderek konforunu düşünmeye meyilli bir varlık olarak, bunların toplamı anlamında ise, bir üst yapıya ihtiyaç hissetmiştir.

“Devlet”in ilk nüvesi…

Devlet, büyük bir ihtimalle yaşanılan yerin, bölgenin fiziki şartları dikkate alınarak, en küçüğünden, en büyüğüne olacak şekilde bir üstyapı şemsiyesi altında toplanılmış bir vaziyette yaşanıldığı toplumsal ilişkiler söz konusu olduğunda akla gelir.

Bu üstyapıların en büyüğü ve onlardan daha kuşatıcı bir role sahip bulunan yapının ise devletten başkası olmadığı izahtan varestedir.

Devlet öncesi dönemlerde, toplumun bir arada bulunması sonucu yönetimin, aslında yeni jargonla söyleyecek olursak, bu adın “yönetişim” yani, yönetilenin de yönetim bağlamında alınan/alınacak olan kararlarda bir dahlinin vukubulmuş olduğunu düşünebiliriz.

Düşünün, küçük bir topluluksunuz; büyük bir ihtimalle aile ve klan şeklinde örgütlenmişsiniz, birbirinizin çok yakınısınız; ondan dolayı olsa dahi, alınan kararlarda sizinde etkinizin olduğunu söylemek pek de zor olmasa gerek.

Yapı büyüyünce bu yönetişim olgusunun yere, zamana ve anlayışa göre değişiklik arz ederek peyderpey tekçiliğe dönüştüğünü de söyleyebiliriz.

Sekülerizm gibi kendini dinden soyutlamış ve çağdaş dünyada birer trende dönüşmüş bulunan kavramlar eşliğinde dini, tüm içeriğiyle toplum açısından kapı dışarı edilmesinin yanında, klasik dönemlerde dine verilen öneme binan, kurulan ilk devletlerin kendi meşruiyetlerini din üzerinden elde ettikleri ve “en azından” manen dini değerleri öne çıkarma yoluyla din devleti” adı altında tanındıklarını insanlık tarihine bakarak söyleyebiliriz. Örneğin; Mezopotamya ve Mısır merkezli devlet yapıları…

“Devlet”in şekli, şemaili, ortamı…

İnsanlık âlemi, tarih boyunca birçok kurumun oluşumunu sağlamış, bunların da ötesinde ve üstünde olmak şartıyla biri kan bağına dayalı, diğeri ise, bünyesinde birçok farklı bileşeni barındıran ve o barındırılan bileşenlerin ahengi, uyumu ve yerine göre birbirlerini denetim ve kontrole tabi tuttuğu iki önemli yapı, kurum vücuda getirmiştir.

Bunlardan ilki, belki de en önemlisi ve toplumun temel taşı sayılan aile kurumu, diğeri ise, toplumun “içe ve dışa” yönelik yüzü ve bir açıdan teminatı sayılan devletin bizzat kendisi…

İlk ailenin, konu ile ilgili bilimsel, tarihi vb. verilerin hiçbirine sahip değil isek de, ilk babamız Âdem(a.s.) ile annemiz Havva’nın “aynı yastığa baş koymaları sonucu meydana geldiğini ve onlardan sonra oluşan ailelerin, onları örnek aldığını anlatmak izahtan varestedir.

Kur’an, aile konusunun önemi açısından –devleti de işin içerisine dahil ettiğimizde- iyiliği ve onun zıddı olarak da kötülüğü/tiranlığı/zorbalığı temsil etme saikiyle tarihe mal olmuş birkaç aile profilini örnek verir. Örneğin; İmran Ailesi ve Firavun ailesi…

Devlet”in oluşumu…

Devletin oluşumuna gelince; onun da, birçok evreden geçildikten sonra, kişiden aileye, oradan kavim, kabile, toplum vb. unsuruna kadar toplumsal yapıların vücut bulmasına istinaden, onları/n yönet/il/me ve toplumsal işleyişinde yasalar çerçevesinde halline yönelik çabaların hülasası olarak devletin oluştuğunu düşünebiliriz.

Devletler, yüklendikleri bu görevi yerine getirirken, ya adalet unsuruna, ya da onun zıddına olacak şekilde zulüm unsuruna dayanmışlardır.

Hangi yolu tutturmuş olursa olsunlar, devletlerin, dayandıkları, kendine istinat kabul ettikleri ve meşruiyetlerini elde ettikleri birçok paradigmaya da sahip olmuşlardır.

Her bir paradigmayı bir inanca(/itikad/ideoloji) hasrettiğimizde, toplumun isteğinden ziyade devletin kendini hangi temeller üzerine oturttuğuna şahit oluruz.

Hz. Peygamber’in(s) “Siz nasılsanız, öyle yönetilirsiniz.” İfadesine baktığımızda, devletin izlediği yolun ve yordamın, dayandığı paradigmanın, inanç değerlerinin aslında –istisnaî durumlar dışında- toplumun çoğunlukla üzerinde ittifak ettiği değerlerin dışında bir değere haiz olduğunu dile getirmenin pek de makul olmadığı söylenebilir.

Kısacası, toplum yanlış temel üzere ise, devletin doğru temel üzerinde seyretmesi, büyük bir ihtimalle istisnaî durumlarla izah edilebilir. O da, devleti kuran iradenin, hasbelkader toplumun fevkinde olması ile alakalı olup, bir istisnayı içerir.

Eğer toplum, doğru temeller üzerine oturtulmuşsa, o zamanda devletin kendini yanlış kurgulayacağı pek olası değildir.

Burada da bir istisna hali söz konusu olduğunda, o da iyi toplumda, bazı iç sebeplerden dolayı bir çürüme ve yozlaşma başlamış sayılır.

Bunu da izale etmenin yolu elbette toplumun kendini sivilite içerisinde kalıp onarması ve bu onarımın pey der pey devlette karşılık bulması ile gerçekleşebilir. Bu sivilite, en başta toplum için olmalıdır.

Yukarıda belirttiğimiz üzere devletler kendileri için bir paradigma seçerler ve ona dayanarak kendi yasallıklarını(meşruiyet) elde etmiş olurlar.

Ama unutulan bir nokta var ki, o da devlet, kendini hangi paradigmaya dayandıracak olsa da, soyutluk içereceğinden dolayı ilahi mahkemede, onun ne yargılanması ve ne de mükâfat(ödül alması) söz konusu olmayacak; olsa olsa, onu kuranlar ile yönetilenler ceza ve ödül alacaklardır.

O halde, devletin yaslandığı herhangi bir ideolojinin son kertede bir anlamı olamayacaktır.

O zaman, en iyi devlet şeklinin “adalet devleti” olduğu makul görülmektedir. Ki, ondan dolayı tarihte adaleti ile nam salan Sasani hükümdarı Nûş-i Revan, başında bulunduğu devletten daha çok anılır olmuştur.

Bir de Hz. Ömer’in(ra) vb. uygulamaları, “adalet devleti” çerçevesinde değerlendirilmeyi hak etmektedir.

Devam edecek…

 

Kaynak: hertaraf.com