İlk bakışta, çok uzak diyarların insanı gibiler. Çalıştıkları hastanelerden gidersek, internete göre (sağda) Wuhan ile Ankara’nın arası 7207 kilometre; başkentlerden gidersek (solda), Beijing (Beycing, Pekin) ile Ankara’nın arası 6829 kilometre.
Ama aynı otoriter zihniyet dünyasının mağdurları. Aynı tekelci devlet aklının kahrını çektiler, çekiyorlar.
Li Wenliang henüz 34 yaşında, Wuhan Merkez Hastanesi’nde görevli bir göz doktoruydu. Geçmiş zaman kullanıyorum, çünkü hayatta değil artık. Karşılaştığı yedi viral enfeksiyon vakası ona 2003’teki SARS epidemisini çağrıştırdı. Henüz başlangıç aşamasındaki bu hastalığın yeni bir coronavirüs olduğunu bilmiyordu bile. Gene de 30 Aralık’ta bir “chat” grubundaki doktor arkadaşlarına mesaj yazıp, onları koruyucu giysiler kullanmaları konusunda uyardı. Böylece tehlikeyi ilk haber veren tıp profesyoneli oldu.
Karşılığı polisten geldi. Dört gün sonra Kamu Güvenliği Bürosu’na çağrıldı. Önüne kendisine hitaben yazılmış bir metin kondu. “Toplum düzenine ciddî zarar veren… gerçek dışı yorumlarda bulunmak”la suçlanıyordu.
“Umarız sakinleşir [kendinize gelir] ve davranışlarınızı gözden geçirirsiniz,” diyordu yukarıda gördüğünüz ihtar mektubu: “Sizi çok ciddî biçimde uyarıyoruz: Eğer küstahlığınızı inatla sürdürür ve bu yasadışı faaliyetten vazgeçmezseniz, adalet önüne çıkarılırsınız -- bunu anlıyor musunuz?”
En altını kendi elyazısıyla doldurup imzalamaya zorlandı Dr Li: “Evet, anlıyorum.”
Akabinde Wuhan polisi, bir de “dedikodular yaydıkları” için haklarında soruşturma açılan sekiz kişiden biri olduğunu açıkladı.
Ama bu, coronavirüsü etkilemedi tabii. Hızla yayılmaya devam etti. Öyle ki, gerçekler bu tek parti diktatörlüğünün en tepesindekilerin de kafasına dank etti sonunda. Resmî çizgi değişiverdi. Yok saymak gitti, âcil durum geldi. Yerel yetkililer sorumlu tutulup görevden alınmaya başladı. Güvenlik makamlarına da gelip (tabii kamuoyu önünde değil, kapalı kapılar ardında) Dr Li’den özür dilemek düştü.
Gerçi biraz geç olmuştu. Dr Li 10 Ocak’ta öksürmeye başladı, ertesi gün ateşi çıktı ve iki gün sonra da hastaneye yatırıldı. 30 Ocak’ta coronavirüs teşhisi kondu. İşte o sırada, hastane yatağından, Çin’in en büyük sosyal medya web sitesi Weibo’ya, imzaladığı mektup dahil bütün öyküsünü yükledi. İlk uyarı mesajının üzerinden bir ay geçmişti ve artık 30,000’i aşkın coronavirüs vakası vardı Çin’de. Gene de yöneticiler hâlâ çeşitli yalanlara sığınıyordu ufak ufak. Hiçbir sağlık çalışanının hastalığı kapmadığını söylüyorlardı örneğin. Dr Li’nin yüzünde oksijen maskesiyle hasta yatağındaki resmi (bkz yukarıda solda) bu aldatmacanın da açıktan ve cepheden tekzibi demekti.
Ne acı ki Li Wenliang bir daha kalkamadı o yataktan. Bir hafta sonra hayata veda etti. L3akin bu trajedi bile çelişkili açıklamalara konu oldu. Ölümü önce (Çin saatiyle) 6 Şubat Perşembe geç vakitlerde duyuldu. Yerel saatle 21:30’da son nefesini verdiği bildirildi. Partinin merkez organı Renmin Ribao’da (Halkın Günlüğü), devletin İngilizce yayınlanan sesi Global Times’da ve bütün Çin medyasında bu şekilde yer aldı. Hattâ Halkın Günlüğü, Dr Li’nin ölümünün “ulusal bir yası” tetiklediğine dair bir tweet bile attı. Kısmen doğru ama eksikti. Zira Weibo üzüntünün yanısıra öfke mesajlarına da boğuldu. İki hashtag öne çıktı: “Wuhan yönetimi Dr Li Wenliang’dan özür dilemeli” ve “İfade özgürlüğü istiyoruz.” Çin’in dünyada bir benzeri olmayan siber polisi ilk anda biraz gafil avlandıysa da derhal devreye girdi ve her iki hashtag’i sansürledi, bu tür yüzlerce yorumu silip yoketti. Cuma sabahı hepsi toptan bulunmaz oldu.
Bu kadarı beklenebilirdi de, bundan sonrası post-truth Çin toplumu için bile tam bir garabet teşkil etti. Çünkü Global Times birden ağız değiştirip hayır, Li Wenliang ölmedi, durumu ağır ama henüz hayatta, kalp-ciğer cihazına bağlandı ve kanı o surette temizleniyor deyiverdi. Adlarını vermek istemeksizin BBC’ye ve sair yabancı basına konuşan Çinli doktor ve gazetecilere göre, hükümet yetkilileri duruma müdahele etmiş ve resmî medyayı Li’nin henüz tedavi altında olduğunu haberleştirmeye zorlamıştı. Aradan birkaç saat geçti ve gene Halkın Günlüğü, yeni bir tweet atıp bu sefer Li’nin 7 Şubat sabahı saat 02:58’de bu dünyadan göçtüğünü bildirdi. Neydi bu komedinin amacı, tam anlaşılamadı. Bir yandan keder ve infial patlamasını kesintiye uğratmak, diğer yandan internet polisine zaman kazandırmak mıydı? Öyleyse, belki bir ölçüde başarılı oldu da. Gelgelelim herkesi yüzde yüz susturamadı. Li’nin ölümünün ardından, imzalanmaya zorlandığı mektuba atfen “Anlıyor musunuz, aklınızı başınıza toplayacak mısınız?” hashtag’ı trend yapmaya başladı. Weibo’da biri “Şu anda neler hissettiğini unutma. Bu kızgınlığı unutma. Bir daha böyle bir şey olmasına izin vermemeliyiz” diye yazdı. Başka biri “Gerçekler daima dedikodu muamelesi görecek. Daha ne kadar yalan söyleyeceksiniz? Hâlâ mı yalan söylüyorsunuz? Saklayacak başka neyiniz kaldı?” diye ekledi. Böyle tek tük yorumlar, alttan alta işleyen bir hoşnutsuzluk ve güvensizliği yansıtıyor.
Türkiye’deki yeniyetme bir tür Çin hayranlığı tamamen gözardı ediyor, işin bu boyutunu. Yarı-tanrısal imparatorlukların, ya da modern çağda kadiri mutlak diktatörlüklerin, hele belirli bir işleyiş tecrübesi kazandıklarında, bir takım avantajları vardır kuşkusuz. Siyaset biliminin alfabesi, bir bakıma. İster daha ademi merkeziyetçi rejimlere, ister demokrasilere kıyasla çok daha hızlı karar alabilirler. Daha büyük bir kaynak ve irade konsantrasyonu sağlayabilir; geniş maddî ve insanî olanakları seferber edip tek hedefe yöneltebilirler. Eski Mısır piramitleri bu sayede inşa edilebildi. Avrupa Ortaçağında Chartres Katedralinin yapımı 75, Notre Dame de Paris’nin 100, Floransa Duomo’sunun (kubbenin tamamlanmasını da sayarsak) 140 yıl sürdü. Çünkü tek tek şehirlerin parası yetmiyordu, bir hamlede bitirmeye. Buna karşılık Jüstinyen’in Ayasofya’sı 532-537 arasında altı yılda, Kanunî’nin Süleymaniye’si de 1550-1557 arasında sekiz yılda, temellerinin atılmasından ibadete açılma noktasına gelebildi. 1920’lerin sonu ve 1930’larda Batı kapitalizmi Büyük Bunalımla sarsılırken, Sovyetler Birliği beş yıllık planları, kolhozları, Stakhanovcuları, dev barajları ve kömür-demir-çelik üretim rekorlarıyla görünüşte farklı bir profil çiziyordu. Yarısı yalan da olsa çok etkileyiciydi. Nitekim H. G. Wells, André Gide, Romain Rolland gibi entellektüelleri büyüledi ve “ayın karanlık yüzü”nü, Stalin terörünü, Moskova Duruşmalarını, Ukrayna’daki Holodomor kıtlığını, Sibirya’da giderek çoğalıp Gulag’ı oluşturan “çalışma kampları”nı görmezlikten gelmelerine yol açtı. Bugün daha büyük maddî başarıları Çin gösteriyor. Şimdiden dünyanın ikinci büyük ekonomisi haline geldi. Ordusu, donanması, hava kuvvetleri ABD’yi adım adım Asya kıyılarından uzaklaştırıp Pasifik ortalarına itmekte. Coronavirüs salgınında ise, ilk şaşkınlık ve bocalamayı atlattığında, son derece zecrî tedbirler alıp, iki buçuk ayda günlük artışı sıfırladı ve enfeksiyonu 80,000 dolayında tutabildi. Bu da “muazzam, işte böyle olur” dedirtiyor kimilerine. “Hem, demokrasi de neymiş ki? Şart mı? Bu da Batıya şartlanmışlığın dogmatik bir kalıbı, alt tarafı.”
Bense bu filmi daha önce görmüştüm sanırım. Li Wenliang’ın 2020 Ocak sonunda (yani bir haftalık ömrü kalmışken) Weibo’ya yüklediklerinden öğrendim, olan biteni. “Küstahlık… inat…” Sonra (ortada tek bir yasa ihlâli yokken, sırf eleştirinin ucu rejime dokunur diye) “toplum düzenine zarar… illegal faaliyet…” Mim koydum bu ifadelere. Aklıma, totalitarizmin absürdite doruğu olarak gördüğüm bir diyalog geldi. Sonradan Nobel kazanacak olan Joseph Brodsky (1940-1996), henüz 24 yaşında. Muhalif duruşu ve eserlerinden ötürü, “çalışmadığı,” yani “aylak yaşadığı” gerekçesiyle 18 Şubat 1964’te Leningrad’da mahkeme önüne çıkıyor (mahkeme de, ÇEKA’nın kurucu başkanı Dzerzhinsky’nin adını taşımakta). Hâkim soruyor: İşiniz tam olarak nedir? Brodsky: Şair. Şair-çevirmen. Hâkim: Kim söyledi, şair olduğunuzu? Sizi şairler arasına kim dahil etti? Brodsky: Kimse. (sorulmaksızın) Beni insan ırkına kim dahil etti ki? Türkiye’de ise bir dönem aynı paternalist Tek Parti zihniyeti, “Bu ülkeye komünizm gerekirse onu da biz getiririz” dediği rivayet edilen Ankara valisi Nevzat Tandoğan’da somutlanmıştı.
Hepsi hızla geçti gözlerimin önünden. Dr. Güle Çınar olayı da bunun üzerine geldi. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin İbn Sina Hastanesi’ndeki bir personel eğitimi toplantısında yaptığı konuşma gizlice videoya çekildi ve dolaştırıldı. Gerek mevcut uygulamadaki umre boşluğuna dikkat çekmesi, gerekse o andaki rakamlara aldanmamak gerektiğini vurgulaması ve işlerin çok daha kötüye gideceğini belirtmesi, suçlanmasına yol açtı. Üniversite yönetimi ilk ağızda tam bir Nevzat Tandoğan, Wuhan polisi ve Dzerzhinsky Bölge Mahkemesi reaksiyonu gösterdi. Dr. Çınar’ı alelacele özeleştiriye zorladı. Hakkında soruşturma başlatıldığını açıkladı.
Kamuoyundan, meslekdaşlarından, fakülte ve hastane asistanlarından gelen tepkiler sonucu, hepsi sonradan geri alındı gerçi. Çok daha düzgün bir açıklama yapıldı. Güle Çınar’ın şahsında, coronavirüs salgınıyla mücadelenin ateş hattında yer alan bütün fedakâr sağlık emekçilerinin hakkı teslim ve onuru iade edildi. Sonuçta, iki seferinde de beni yanıltmadı Türkiye. Hem, ilk reaksiyonu itibariyle, o devletçi, otoriter, hiyerarşik üst aklın; “serbest olduğu özellikle belirtilmemiş her şey prensip olarak yasaktır” mantığının zaman içindeki devamlılığı ve mekân içindeki akrabalıkları açısından. Hem de her şeye rağmen Çin’e kıyasla daha özgür ve çok-sesli bir toplum olması açısından.