Tarih: 24.12.2019 17:45

Derin yahut serin düşünce

Facebook Twitter Linked-in

Geçen hafta “Türkiye’nin Parazit’i nerede?” başlıklı bir yazı yazmıştım. Elbette kişisel yazarlık tarihimin en az okunan ve en az tepki alan yazısı oldu. Niçin “elbette” diyorum? Şundan: Kesin cümlelerle, keskin tespitlerle, politik olarak karpuz gibi ortadan ikiye ayrıldığımız politik düzleme hizmet eden bir mantıkla yazmadığınız, konuşmadığınız zaman alıcınız düşüyor. Türkiye, uzun zamandır böyle bir ülke ne yazık ki.

Eh, bunu bir çeşit sızlanma olarak ele almak mümkün tabii. Hatta eli artırıp ‘bu dediğin böyle olurken hepimiz oradaydık’ da diyebilirsiniz. Doğru. Bu çölleşmeyi, bu parazit eksikliğini el birliği ile inşa ettik.

Peki, ama çözüm ne ve nerede?

Bu sorunun cevabı için şapkadan tavşan çıkartmamı bekliyorsanız yanılırsınız. İnsanlık tarihinin başlangıcından bu yana bu soruya tek bir cevap verilmiş çünkü. Elimizde bir tane tavşan var: Derin düşünce.

Ne demek peki ‘derin düşünce?’ Benim büyük filozoflardan, hikmet ehli insanlardan, âlimlerden anladığım şudur: Bizatihi insan olmaklığımızın niçini ve nasılı hakkında, aklımıza ilk gelen cevapların yanıltıcı olduğunu hiç unutmadan düşünmek. Nesneler, olgular, değerler, ‘şeyler’ arasında bağlantı kurarken insanın karmakarışık yapısını hesaba katarak tefekkür etmek.

Bence bu düşünme/tefekkür eyleminin normal şartlar altında elde edeceği sonuç her seferinde olumlu, her seferinde ‘iyileşmeci’ bir sonuçtur.

Derin ve serin düşünmenin, yani aslında tefekkürün yerini basmakalıp çözümler aldığında sıkışıp kalmış hep insanlık. Bugün ülkemizde de, tüm dünyada da olup biten budur.

Ağrıyı tespit ederek ortadan kaldırmak yerine ağrıyı ‘kesmek’ sadece modern tıbbın bir problemi değildir, neredeyse bütün disiplinler ve giderek bütün insanlık birikimi ‘ağrı kesici’ ilaçlara yönelmiş durumda. Ağrı orada, duruyor, acı veriyor ve fakat biz onu yok etmeye değil, bastırmaya çabalıyoruz. Çünkü hep zamanımız hem de tahammülümüz yok.

Zamanımız yok çünkü ağrıyı tespit etmek için geçirdiğimiz sürenin çok daha fazlasına ihtiyaç var onu yok etmek için. Tahammülümüz yok çünkü ağrının oradaki ve ortadaki varlığı bizi çok tedirgin ediyor. Atlatmak ve hayatımıza ‘bastırılmış ağrılarımız’la devam etmek istiyoruz.

Bunun sonu doğal olarak ‘tedavi’ değil ‘doz aşımı’dır. Bir slogan daha, bir benzeşme daha, bir yok sayma daha derken bir süre sonra ağrıyı inkâr ve ilaca iman ederek yaşamanın bir yolunu buluyoruz. Tabii, buna yaşamak derseniz.

İçten içe ölmektir bir bakıma kendimizi ağrı kesicilerin insafına terk etmek. Günü kurtarmaktır en fazla. Fakat bilinen şeydir, gün kurtulunca gelecek de kurtulmuş olmaz.

“Karamsar mısın sen biraz?” diye sormayın bana. Karamsar olmak için elimde oldukça fazla veri var ama yine de karamsar değilim. İki sebepten değilim. İlki, karamsar olmayı kendime, insanlığıma, Müslümanlığıma yakıştıramıyorum. İkincisi ise tarihin bu tip sıkışma anlarında sanki bir yerden düğmesine basılmış gibi ortaya çıkıveren “kurucu düşünce” atakları. Orta Asya’da sıkışıp kaldığımızda İmam Maturidi yahut Ahmet Yesevi, Anadolu’da sıkışıp kaldığımızda Yunus yahut Süleyman Çelebi, tabiri caizse “bu sıkışıklığa el koymak” için zuhur etmişlerdir.

O bakımdan, ben aslında şimdi bir ibda, bir zuhur bekliyorum. Sıkıştığımız yeri söküp atacak ve meseleye bütün bakımlardan el koyacak bir isim, bir çevre, bir oluşum. Ve hayır, bu isim, oluşum ya da çevre bizimle “uyum sağlayarak” değil, bizimle “çata çat kavga ederek” yapacak ne yapacaksa. İnsana ve Allah’a inanacak. Ağrıya değil, şifaya inanacak. Kendine değil, çalışma azmine güvenecek.

Ancak böyle atlatacağız vartayı, ancak böyle olacak.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —