Deprem vurup geçmiyor, derin izler bırakıyor ancak derin yara izleriyle yaşamaya alışmak gibi bir süreç yaşayabiliyoruz. Vurdu geçti diyoruz. Vurup geçmiyor, daha doğrusu böyle değerlendirilmemesi gerekiyor.
Ölenlere Allah’tan rahmet diliyoruz. Yaralananlara şifa…
Sonra iş güç, unutuyoruz.
Unutmamak gerekiyor.
Türkiye’de yalnızca son 5,5 yılda irili ufaklı 50 bin 942; yalnızca 2008 yılı içinde 11 bin 706; 1 Ocak 2009 – ile 31 Temmuz 2009 tarihleri arasında ise 9.272 deprem yaşanmıştır. Yeryüzünde 600 milyon insanın deprem açısından riskli bölgelerde yaşadığı tahmin edilirken Türkiye nüfusunun % 98’i deprem tehdidi altında yaşamaktadır. Sanayi kuruluşlarının % 98’i deprem bölgelerinde ve %73’ü de aktif fay hatları üzerinde yer almaktadır. Aynı şekilde barajlarımızın %95’i bu tehlikeli topraklar üzerinde bulunmaktadır.
Bu veriler net verilerse, işimiz zor, yükümüz ağır.
İlk olarak dünyanın imarı açısından kalıcı olan bir ahlak geliştirmemiz gerekir. Bu kalıcı ahlak kendi sesiyle bize seslenir o zaman ve der ki:
İnsan olarak kendin için, çevre için, diğer insanlar ve bütün canlılar için merhametin diri olsun. Merhametin sana mal, can, nesil emniyeti için yapman gerekenleri öğretir.
Yaşadığın yeri önemse! Rasgele yere ev yapma, tarım arazilerini beton istilasıyla tüketme, zemini uygun olan yerlere binaları taşı. Projeni mal, can ve nesil emniyetine uygun olarak yaptır. Hesaplarla oynama. Yanlış projeyi geçirmek için, ağırlığı olan kişiler devreye koyma. Eğer yöneticiysen, asla yanlış projeyi onaylama! Yanlış proje ile sadece binayı yaptıran; mal, can ve nesil tehlikesiyle karşı karşıya gelmez, bütün şehir kaybeder!
Coğrafyanı tanı! Yaşadığın bölgenin deprem geçmişini düşünmeyi ve ona göre davranmayı önemli bir görev olarak içselleştir. Bu senin görevin, başkasını ve hatta yöneticileri suçlama zira yöneticilerin yumuşak karnı olan “seçim ve oy meselesi” onların bazı şeyleri ihmal etmesine neden olabilir ki buna alan oluşturan da yine o bölgenin seçmenidir. Bir “can mal ve nesil emniyeti bilinci” oluşturmaz, hayatını, anlayışını buna göre beslemezsen; parti olarak seçmen kaybetmeme telaşı, seçmen olarak partiye istediğini yaptırma bilinçsizliğiyle ülkeyi yaşanmaz hale getirirsin!
Dere yatakları senin ciğerlerin, mümbit alanların olarak kalsın, evini, iş yerini sert zeminlere taşı ve o bölgede de ehil ellere projeni yaptır ve uygulamada hiçbir noktayı ihmal etme; süsü az olsa da olur ama emniyetsiz olursa binanın süsü seni yutar!
Kaderi istediğin gibi yorumlama! Kader ölçüyü de bildirir. Ölçü bellidir; can, mal ve nesil emniyetini tehlikeye atacak işler yapmayacaksın! Şöyle düşün; kader bir canlı olsaydı eğer, günün birinde yani hesap gününde hepimizden şikâyetçi olurdu. “Bunlar suçu bana atıp her olumsuzluğun içinden sıyrılmaya çalıştı rabbim” derdi. Biz suç bastırmak için kader kelimesini kullanıyoruz. Suç bastırmak için sarıldığımız bir bahane olarak kullanıyoruz kaderi, kendi ölçüsüzlüğümüze, haddi aşmamıza kader diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz. Biz ölüyoruz, biz kaybediyoruz ama kendimizi yeryüzünün fıtratına münasip bir yaşam bilincine taşımak için çok çaba sarf etmiyoruz.
Depremle yıkılan sadece binalar değil başka bir deyimle deprem asıl zihinsel yıkımın oluşturduğu, büyüttüğü ve tehlike haline getirdiği bir sonuç. Yeryüzü Allah’ın kendisine yüklediği fıtratla hareket ediyor. Fay kırılması gereken yerde ve zamanda kırılıyor. İnsan bilinci bunu anlamak yerine, işini sağlam yapmak yerine ezber ve sloganlaşmış ifadelerle savunma yapmayı tercih ediyor. İnsan zihninin fay kırıkları hayatı çekilmez kılıyor, fıtrata aykırı işliyor.
Deprem veya başka kazalar, afetler ölüm getiriyor. O ölümlerde fert olarak, sorumlu olarak, toplumsal sorumluluğa haiz kişiler olarak elbette isyan etmememiz gerekiyor. Doğru sonuçlar çıkarmamız gerekiyor. “Başımı sokacak dört duvarım olsun da nasıl olursa olsun” demememiz gerekiyor. Bir fay kırığı diğerini tetiklediği gibi, yanlışlar da birbirini tetikler buna müsaade etmemek gerekiyor. Sadece yöneticileri suçlayarak kendimizi aklayamayız çünkü onları da bir noktada bazı yanlışlara iten bizim tercihlerimiz, dayatmalarımız. Kabul etmeliyiz ki, bizim alkışlarımız ve yönlendirmelerimiz yöneticilerin duruşunu etkiler. Nasıl olursa olsun “beslenen” olmayı değil üreten, fikren, teknik olarak, proje geliştirerek besleyen olmamız gerekiyor.
(*)İlk yayın tarihi: 30.01.2020