Tarih: 13.02.2023 12:13

Depremin Sosyolojisini Konuşmak!

Facebook Twitter Linked-in

Yakın dönemde ülke olarak üç önemli kriz yaşadık. Pandemi günlerinde tıp ve sağlık çalışanları, ekonomik kriz esnasında iktisatçılar, şimdi ise 10 ilde gerçekleşen büyük deprem felaketinde deprembilimciler tüm medyada hâkim ses haline geldiler. Oysa her olayın, bu ister sağlık ve ekonomi olsun isterse deprem olsun, sosyal, psikolojik ve hatta felsefi-teolojik yönleri bulunmaktadır. Ve haliyle tüm bu olayların farklı yüzlerinin ele alınması ve incelenmesi gerekir.

Peki, sosyologlar deprem gibi doğal bir olayın neresindedirler?

Bu soru haklı olarak hem sosyolojinin sınırlarının belirlenmesi hem de sosyologların rolü konusunda cevaplandırılması gereken bir sorudur. Klasik sosyoloji, Fransız sosyolog Emile Durkheim üzerinden şekillenmiştir. Ona göre sosyolojinin konusu sosyal olgulardır ve bir sosyal olgunun açıklanması yine başka bir sosyal olguyla mümkündür. Deprem doğal bir olgu olduğuna göre sosyolojinin konusu değildir. Durkheim’e göre daha önemli bir nokta, toplumsal olaylar dışardan değil, toplumun içinden ele alınmalıdır. Doğal çevre, iklim ve doğa olayları dışardan etkenlerdir ve toplumları etkileseler de “sosyolojik” değildirler, çünkü sosyal olguları içerden açıklamazlar.

Oysa bizim tarihimizde İbn Haldun “Mukaddime”yi yazarken dünyanın coğrafya ve iklim koşullarını anlatarak tarih ve toplum bilime bir giriş yapar. Ona göre toplumun temeli, ekolojiktir ve yapılanma bu temelden başlayarak devam eder. Çoğu İbn Haldun ve Mukaddime okuyucusu bu noktada kalmışlar ve onu “coğrafyacı” olarak nitelemişlerdir. Oysa İbn Haldun tarihsel ve toplumsal olayların oluşumunda dış etkenler kadar iç etkenlere de yer verir. Bu bağlamda din, iktisat, eğitim ve kültürün etkilerini tartışır. O çokyönlü bir bakış açısına sahiptir.

Kanımca sosyoloji, klasik kuruluş çerçevesinin dışına çıkıp deprem, yangın ve sel gibi afetleri de kendi paradigması içinde ele almalıdır. Gözlemlerimize göre giderek sosyoloji iki eksende gelişim gösterecektir. İlk olarak “herşeyin sosyolojisi”ni yapmak üzere, başka disiplinlerin konusu olan konuları kendini ilgilendirdiği çerçeve içinde ele alacaktır. Bu süreç çoktan başlamıştır. Mesela beden gibi biyolojik bir konu, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal bir fenomen olarak da ele alınmış ve buradan “Beden Sosyolojisi” diye bir alt disiplin ortaya çıkmıştır. İkinci olarak sosyoloji ulusal sınırları aşıp tüm dünya toplumlarının birbirlerini nasıl etkilediklerini ve böylelikle ortaya çıkan küresel toplumu konuşacaktır. Bu anlamda “küresel” bir sosyolojiye ihtiyaç bulunmaktadır.

Peki, deprem, yangın ve sel gibi afetler nasıl sosyolojik birer konu haline getirilebilirler?

Benim önerdiğim üçlü bir çerçeve şudur:

  1. Afetleri insanlar ve toplumlar nasıl anlamlandırmaktadırlar? (Algı ve anlamlandırma boyutu);
  2. Afetler karşısında insanlar ve toplumlar nasıl bir davranış geliştirmektedirler? (Davranış boyutu);
  3. Afetlerin toplumsal etkileri (demografik, ekonomik, siyasal, kültürel vs.) nelerdir? (Etkiler boyutu).

İnsan ve toplumlar, olguların türü ne olursa olsun, bunlara belirli bir anlam yükler ve yükledikleri anlamlara göre tepki verirler. Diyelim ki bir fareye “pis, iğrenç” bir hayvan diye negatif bir anlam yüklerseniz, davranışınız ondan kaçmak ve uzaklaşmak şeklinde olur. Ya da karşı komşunuza “iyi ve sempatik” bir komşu gözüyle bakarsanız, davranışınız onunla yakın ilişkiler kurmak, selam vermek ve hatta ziyaretleşmek şeklinde olur. Demek ki şeylere anlam yüklemek ve bu anlamlara göre davranmak, insana özgü bir şeydir. Bu anlamda sosyal olguları “şeyler”miş gibi incelemek gerekir diyerek nesneleştiren Durkheim yanılmıştır. Şu anlamdaki o insan gerçeğinin dışına çıkmıştır, insandan bağımsız bir sosyoloji yapmayı teklif etmektedir.

Bu açıklamalarımızla algı/anlam ve davranış boyutunun nasıl birbirinden ayrılmaz, aynı madalyonun iki yüzü olduğu anlaşılmaktadır. Bizim kanaatimize göre “olgular” diye çıplak bir şey yoktur, olgular herhalükarda “anlamlı”dırlar ve bu nedenle salt nesnel-olgulardan değil, “anlamlı-olgular”dan bahsetmeliyiz. Bu çerçevede insana “Alemde her ne varsa, senden hariç değildir” diyen Mevlana’nın perspektifinden bakmak zorundayız. İnsanın elinin dokunduğu her şey (hayvan, insan, doğa vs.) bir yüzüyle sosyaldir.

Afetlerin toplumsal etkilerine gelince, bu boyut hepsinden daha fazla sosyal bir mahiyet arz etmektedir. İlk ve ikinci konuda sosyoloji önemli oranda psikoloji ile örtüşen boyutlara sahipken bu üçüncü boyutunda tamamen “toplumsal”dır. “Toplum” dediğimiz şey aslında “toplumsal kurumlar”ın toplamıdır. Ekonomi, din, aile, siyaset, eğitim, bilim vs. tüm bu alanlar “insanlar ve toplumlar eliyle düzenlenmiş” olduğu için toplumsal kurumlar olarak incelenirler. Tüm bu kurumlar inşa edilmiş gerçekliklerdir. Bir başka deyişle inşa edilmiş gerçeklik, sosyal gerçekliktir ve sosyal gerçeklik sosyolojinin konusudur.

Depremin tüm sosyal kurumlar üzerindeki etkileri, bir yandan her bir kurum açısından incelenmesi gerekirken diğer yandan da etkilerin kısa, orta ve uzun vadeli bir perspektiften ele alınması gerekir.

Gelecek hafta bu çizdiğimiz çerçeve içinde depremin sosyolojik bir analizini yapmaya çalışacağız inş.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —