I-Her seferinde, bu son olsun, diyoruz, bu defa yaşananlardan ders alıp hazırlıklı olacağız. Toplumsal seferberlikten söz ediyoruz, zayıf binaları güçlendirme yollarından, yatay mimarinin iyiliklerinden… Deprem çantaları hazırlıyor, deprem toplanma alanlarını araştırıyoruz. Beri yandan, mesela yaşadığımız apartmandaki rutin toplantılarda deprem sırasında nasıl dayanışacağımıza dair birkaç anlamlı söz edildiğini de duymuyoruz. Sanki kaçta kaçımızın yaşadığı apartmanda bu toplantılara düzenli bir katılım oluyor?
İki ay kadar önce bir üniversite kampüsünde katıldığım panele, deprem tatbikatı için ara verildiğinde, ne güzel demiştim, deprem konusundaki sorumluluklarımızı ciddiye almaya başlamışız. Ama ne yaptık ki, hiç. Ziller çalınca başımızı ellerimize koruma gibi bir önleme bile gerek görmeden yürüyüp çıktık salondan ve az ötede gruplar oluşturup şehircilik meselelerini konuşmaya devam ettik. Bu tür toplantılar çeşitli düzeylerde Maraş için de yapıldı, hatta üç yıl önce AFAD muhtemel depreme hazırlık konusunda uyarıcı bir rapor hazırlamış ve yetkililere iletmiş. Daha geçen sene Deprem Haftası konuşmalarında bilim adamları, Maraş şehir merkezine yaklaşık 15-16 kilometre uzaklıktan geçen Gölbaşı-Türkoğlu segmentinin her an 7 civarında bir deprem üretebileceğine dair uyarılarda bulunmuşlar.
İnşaat, rantiye alanı olmaktan çıkarılmalı, tepeden tırnağa. Bataklık üzerine yapılan bina binlerce kişinin üzerine çöktü Maraş’ta. Bu kâbusun başlıca sebebi ehliyetsizlik. Yapı denetim kuruluşlarının işi bir imza atmak olmamalıydı. Atölye için kafe, galeri için kolon kesime cesareti nereden geliyor acaba… Bir alanda pek çok bina yıkılırken bir bina, sadece bir teki ayakta kalıyor. Beton ancak yerli yerinde bir kullanımla canınızı yakmaz, orada da canınızı yakan aslında beton olmuyor tabii.
Her şeyi konuşmak gerekir bütün açıklığıyla elbette, “göçebe” varlığımızın betonda sükûnet ararken malzemeyi hafifletme eğilimini de… Bu eğilimi kimi müteahhitler demirden eksiltme suretiyle sergiliyor. Kimisi pervasızca betonun çimentosundan kısıyor. Bir arsa sahibi de çıkıp müteahhitin bitirip teslim ettiği binanın zemin katındaki kolonları kesiyor, üstelik kreş yapmak için.
Çocuk yaşlarda, anneannemden duymuştum benzeri bir tespiti: “Duvarlar öldürdü çocuklarımı, deprem değil.” 1939 Erzincan depreminde 5 çocuğunu yitirmişti anneannem Havva Toprak. İki yıl deli divane dolaşmış, sonraları da her gece türküyle ağıt arası bir söyleyişle, beş oğlunu hatırlamayı sürdürmüştü. Depremde çöken evi, havalideki çoğu bina gibi kerpiçti, fazla desteği yoktu, ayrıca zemini uygun değildi. Bir duvar olduğu gibi 13 ve 16 yaş arasında dört çocuğunun üstüne çöktükten bir zaman sonra Havva, köşede açılan delikten iki buçuk yaşındaki annem Suna’yla onun küçüğü Hüsnü’yü dışarı itmeyi başarıyor. Ardından kendi de büyük bir çabayla aynı delikten çıkma mücadelesi veriyor. Çıktığında, kış olduğu halde toz duman içinde, gri, karanlık bir havayla karşılaştığını anlatır, gördüklerini bir kıyamet sahnesine benzetirdi. Hüsnü, depremzedelerin Refahiye’ye taşınmasının ardından çiçek hastalığına yakalanıp ölüyor. Daha sonra devlet barakalar yaptırıyor köye, o barakalardan birinde altı ay yaşıyor depremzedeler. Anneannem iki sene divana gibi dolaşıyor.
Erzincan Kuzey Anadolu fay hattıyla Doğu Anadolu fay hattının birleştiği Bingöl Karlıova’ya yakınlığıyla, depremden yüksek seviyede etkilenmeye açık bir şehir. 1939 depreminden sonra, yerleşim şehrin deprem gerçeklerinden uzak bir şekilde yeniden kuruluyor. Depremden zarar gören zenginlerin, ev yapmak için ovaya, tarlalarının bulunduğu alana yönelmesiyle şekilleniyor yeni şehir. Erzincanlılar 1939 depreminden sonra başlarına geleni kerpiç binalara bağlayıp, erkence benimsiyorlar betonu. Ancak beton da 1993 depreminde veriyor derslerini. Zemin inşaata elverişli değilse, malzeme ne yapsın…
II-1999 Sakarya depremi de mevzuatı dışarıda bırakan gelişigüzel yapılaşma yüzünden binlerce cana mal oldu. Depremin ardından bir grup arkadaşımla İzmit’e gittiğimizde, ortasından bölünmüş veya sağa sola yatmış, dahası toz duman halinde binalarla karşılaşmıştık. Zeminin uygunsuzluğu bir yana, betonlar betonsuydu, demirler eksikti. Kötü yapılaşmanın başlıca sorumlusu, elbette müteahhitler değil. Bizim asli meselemiz, şu veya bu kesim fark etmeksizin, büyük bir denetim boşluğu getiren bir rant kollama sisteminin yerleşikliği…
Ağır malzeme, aşırı süsleme, ışıltı, “güvenlik…” Misal, Antakya’da yıkılan ve göçük altında bin kişinin bulunduğu Rönesans Rezidans. Bu sitenin projesini kim çizdi, kim yaptı statik hesaplarını ve çarpık yapı nasıl inşa izni buldu… İhtişamlı isimler çoğu zaman arkasında bir sefalet barındırır. Zemin etütleri layıkıyla yapılsa, bu etütler dikkate alınsaydı, binalar depremde hiç temeli yokmuşçasına kâğıt gibi bükülür müydü? Maraş’ta, on katlı ve 750 daireden oluşan Ebrar Sitesi yapılırken de hiç mi zemin analizleri incelenmedi?
Deprem değil, dört beş yılda bir lalettayin bir şekilde gerçekleştirilen, sonra da işlerin oluruna bırakıldığı imar afları öldürüyor. Bir affa ihtiyaç duyan sağlamlıkta, hasbelkader kayda geçmemiş binalar elbette var. Ancak “imar barışı”, çürük, malzemesinden çalınmış çırpılmış, çöplük batağının üzerine inşa edilmiş binaları nasıl kapsayabilirdi…
Malatya depremi haberlerinde bir işçi, yıkılan bir bina için şunları söyledi: “Müteahhit, üç ton değil iki ton demir atın, diyordu.” Bütün haberler bu tip ihmaller, hukuksuzluklar, lakaytlıklar, kötülüklerle dolu. Altında binlerce insanın can verdiği enkazların oluşumunda vebali olan imza ve yetki sahiplerinden hesap sorulmadığı sürece, gözümüze uyku girmemeli. Bakalım kaç kişi sorumluluk alıp da gereğini yerine getirecek? Dahası, olayın dehşetini bütün benliğiyle hisseden bizler, enkaz altına kalanların vebali konusunda üstümüze düşen şahitliği yerine getirebilecek miyiz…
Zemin seçimi, proje, malzeme, statik, denetim… Esasında mimarlık ve şehircilik konu olduğunda asli mesele bütüncül bir programdan yoksunluktur.
Almanların İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra şehircilik alanında taviz verilmeden korudukları kuralları “bizim gibi” toplumlar için lüks bulanlar var, oysa hayat meselesi bu, buna bağlı olarak da değer meselesi. Asıl, on veya yirmi yılda bir gerçekleşen büyük depremlerin ülkesinde lazım öylesi kurallar. İnsanlar, gelirlerine bakılmaksızın yaygın olarak tek katlı ev sahibi olabilsinler, şehirlerin aşırı nüfus yüklenmesinin önünü alacak politikalar oluşturulsun… Şehirlerin büyümesi de elbette köylerin güçlendirilmesi suretiyle mümkün olabilir. Toplumsal kademelere aktarılan bir güç dağılımı da, yönetimin hantallaşmasına izin vermeyen bir çevikliği ve aynı zamanda inşa süreçleri bağlamında bir şeffaflığı getirecektir. Enkazın altında kalan canları hayatta tutabilirdi, işte öyle bir çeviklik.
Süpermarket değil, katılımcı toplumu, girişimci ve üretken insan… Şehirciliğin ve konut politikalarının aile ve komşuluk gibi ilişkileri güçlendirmeye yönelik olacak şekilde planlanması da kulağa ne kadar yakın geliyor, değil mi… (Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, sf. 28, Çeviren Alican Tayla, Bilgi Üniversitesi Yayını, 2019)
İşte böyle bir programın hayata geçirilmesi için Turgut Cansever 1999 depremini takiben on yıl çalıştı, bu yönde bir zihniyet değişimi için çaba sarf etti yıllarca; bu konudaki bazı incelikli hususları, bu çabanın bir parçası olan kıymetli yazar Mustafa Özel’den öğrenmiştim. Gelgelelim çok katlı ve denetimi gevşek binaların yapımı karşısında onun projeleri gerçek dışı, hayatın akışına karşı sayıldılar. Böylelikle hayatın akışına değil, doğrudan hayata karşı olan binalarla doldu şehirlerimiz.
III- Kendi faaliyetini biricik kılmak için öteki bildiğinin çabasını karalama yolunu tutmaktansa, canla başla hayatlar kurtulsun diye çaba gösterenler, bu büyük depremin kahramanları.
Hatay’da, enkaz altındayken demire sıkışan ayağını kurtarmak için az yakınına düşen bir testereye uzanmaya çalışan Ahmet Fırat’ın hikayesi epik bir ürperti duyuruyor. Maraşlı Masal bebeğin hayatta kalış öyküsü masal sahnesi gibi. Hamile annesini emerek ölüme direndi enkaz altında 55 saat boyunca. İslahiye’de deprem sırasında yok olan ancak kamera kayıtlarına göre apartmandan çıktığı belirlenen İrem bulundu mu acaba…
İslahiye deyince… Yıllar önce Maraş olayları etrafında kendisiyle röportaj yaptığım Maraşlı akademisyen Cüneyt Cesur’un kızı Aybala, öğretmenlik yaptığı İslahiye’de yakalandı depreme. Cesur, yüksek lisans öğrencisi kızı Aybala (1999)’dan şöyle söz etti aradığımda: “Bebekliğinde bir elimde kundağı, diğer elimde kitap, deneme ve şiir okuyarak büyüttüm. Sevgi doluydu, saygısını sorumluluğunu hiç elden bırakmadı. Heyecan dolu bir akademisyen olacaktı. Bu dünyadan bir melek geçti.”
Tatil için Karaman’da, ailesinin yanındaydı Aybala. Kar yağışı vardı. Okullar muhtemelen tatil olacaktı. Yine de rapor almak istemeyip İslahiye otobüsüne bindi. Çalışmalarına ara vermek istemiyordu.
Dostlarımızı, kardeşlerimizi yitirdik; dostlarımız, kardeşlerimiz yaralı. Enkaz dağlarında nice sevgililer kaldı, unutmamalıyız. “Ne yemeği, çocuklarım enkaz altında,” diyordu depremzede bir kadın televizyon röportajında. İnsanın enkaz altındayken yaşadıklarını hayal etmeye hakkım olmadığını çıkaramıyorum aklımdan. Allah’tan gençlik, hakkında sarf edilen bütün menfi sıfatları yalanlayan bir yüreklilik ve adanışla deprem bölgelerine yardım taşıyor.
Üstelik toplumsal dayanışmanın geriye çekildiğine dair bir kanaat hâkimdi son on yılın metinlerine. Franco Bifo Berardi’nin Nefes Kaos ve Şiir başlıklı 2020 basımı kitabında yer alan bir cümlesine geçen ay bu sayfalarda yayımlanan Kasadaki Kızlar başlıklı yazımda yer vermiştim: “Dayanışma ortadan kalktığından beri geriye sadece intikam kaldı: Yoksulların ezilenlerden aldıkları intikam (ırkçılık), ezilenlerin kadınlardan aldıkları intikam (maço şiddeti), herkesin herkesten aldığı intikam (vahşet).”
İnsanlık toplumu sürprizlerle dolu sıçramalar yapabilir, bazen de yakıcı bir olay olur bunun sebebi. Deprem öylesine yıkıcı, kapsamlı, ağır bir olay halinde geldi ki toplum silkelendi, gençlik grupları deprem bölgelerine yöneldi, belki zaten çoktan hazırlardı böyle bir koşuya. İçlerinde Aybala’da olsaydı, Aybala ve enkaz dağlarının altında kalan binlerce genç, enkaz çaresizliğini paylaşan yakınlarıyla birlikte…
Deprem, sıklıkla söylendiği gibi bir afet değil, bir olay, tabiat olayı. Yerkürede hayatımızın akışına, hatta insanlık toplumlarının kara veya kıtalardaki yerleşme hikayelerine de bu olay yön veriyor. O gelir ve sizi gerçeklerinize uyandırır. Hayır, afet değil deprem, bir tabiat olayı. Ona yakalanırsınız, o gelir ve dersler verip sizi gerçeklerinize uyandırır. Depremi hesaba katmadan yapılan her proje, yitirilecek canlar demek.
Maraş depremleri bir dönüm noktası olmalı, bu depremlerden sonra Türkiye bir zihniyet değişimi gerçekleştirmeye mecbur. Allah’tan gençlerimize güvenebileceğimizi gördük. Gençlerimizi yeniden, gerçek anlamda tanıdık, belki onlar da, varlıklarını cendere altına alan yargıların perdesi parçalandığı için, kendi potansiyellerini daha güçlü bir şekilde fark etti. Ama keşke başka bir yolla olsaydı bu… Bir daha “keşke” dememek de ancak böylesine ağır ve can yakıcı bir depremin gerçeklerini apaçık konuşmak ile olası…
Kaynajk: Farklı Bakış