Deprem izolatörü, zemin sıvılaşması, sismoloji, artçıl-öncül deprem, yapı denetimi ve daha önce çoğumuzun duymadığı birçok kavram günlük konuşmalarımızın konusu oluyor artık.
Herkesin her konu hakkında uzman olduğu, bilmemenin ayıp karşılandığı bir zamandayız. Hazreti Ali’ye atfedilen bir söz var: ‘İlim bir nokta idi onu cahiller çoğalttı’ diye. Cahilliğin erdem olduğunu bugünlerde daha iyi anlıyoruz.
Yaklaşık bir ay önce Kahramanmaraş merkezli ama on ili etkileyen insanlık tarihinin en trajik dizi depremlerinden birini yaşadık. Ağır bir can kaybının yanı sıra yüz milyarlarca liralık ekonomik bir zayiatla da karşı karşıyayız.
Orta yaş grubunun gördüğü en büyük ve yaygın deprem 1999 Kocaeli depremiydi. O günden bu yana orta ölçekli yıkıcı kısmi depremler yaşanmaya devam etti. Yeni nesil için ise en ağır ve öğretici deprem Kahramanmaraş depremi oldu.
99 depremini hatırlayanlar o büyük felaketin bedelinin Veli Göçer isimli bir emlakçıya ihale edildiğini ve bu ihale sürecinin anlı şanlı medyamız eliyle tertemiz bir biçimde yapıldığını hatırlayacaklar.
99 depreminden unutmayacağımız bir başka şey ise isminin başına ‘Yüzde 10…’ takısı alan etkili ve yetkili bir Bakandı diyebiliriz. ‘Uyumuşta uyandırmayalım Ecevit’i, rüyalarını bölmeyelim adamcağızın’ masallarını da unutmayalım tabi!
99 depreminden sonra da bugün konuştuğumuz pek çok şeyi hatta neredeyse aynı şeyleri günlerce, haftalarca konuşmuştuk. O günde gazeteciler, televizyoncular engin dehalarıyla bizi aydınlatıyordu.
Türkiye jeoloji mühendisleriyle 99 yılında tanıştı. Her TV’nin kadrolu Profesör ünvanlı Jeoloji Mühendisleri vardı. Bugün de aynı isimlerin çoğu hala televizyon ekranlarındalar.
99’da hepimiz bir milli spor olarak her akşam ünlü jeoloji hocasının bugün nereyi işaret edeceğini, yarın nerede deprem olabileceğini öngördüğünü merakla izliyorduk.
O zaman da binaları yıkılmamış müteahhitler zafer kazanmış komutan edasıyla kendine ideolojik olarak yakın bulduğu televizyon kanallarında dolaşıyordu. Hükümete yakın duran müteahhitler muhalif kanallara çıkamıyor, muhalifler iktidar yanlısı televizyonlardan uzak tutuluyordu. O zaman da işini düzgün yaparsan deprem öldürmez diyordu her konunun uzmanları.
99 depreminden sonra yapılan yasa, yönetmelik değişiklikleri ile mevzuat bugünkü hale geldi. Hem mühendislik açısından, hem hukuken hiçte fena olmayan, derli toplu bir düzenleme var önümüzde.
Uygulamada ise başka bir tablo ile karşılaşılıyor. Hem yeni yerleşime açılan alanlar, hem yapılan imar düzenlemeleri, fay hattı üzerinde ve yakın çevresinde inşa edilmiş ilçe ve il merkezleri söz konusu. Erzincan’a 1992 depreminden 25 yıl sonra tekrar gittiğimde o yerle bir olan şehrin aynı yere aynı biçimde kurulduğunu gördüğümde gözlerime inanamamıştım.
Özellikle taşrada siyasetin işleyiş biçimi, imar düzenlemelerine de şehrin genişleme alanlarına da yön veriyor. Bu tek başına yıkımın mazereti değil elbette. Çünkü mühendislik zor koşullar altında da optimum çözümler üretmeyi gerektiriyor. Yeni gelin gibi yerim dar dediğinizde mühendis olmuş olmuyorsunuz. Her ne olursa olsun, mühendis ürettiği yapıyı en azından ayakta tutacak kadar sorumluluk sahibi olmalı. Bununla birlikte görmemiz gereken bir başka sorun var ki, o da bina altlarında faaliyet gösteren işletmelerin yerden kazanmak için yaptığı proje dışı müdahaleler. Halk arasında kolon kesmek dediğimiz ama sadece kolonla sınırlı kalmayan gerektiğinde kiriş, döşeme ve perde duvarların kaldırılmasını içeren korkunç bir suç var. Taşıyıcı sisteme doğrudan müdahale eden bu uygulamalar depremde oluşan zayiatın en önemli nedenlerinden.
Yapı projelendirilirken dikkate alınması gereken bir deprem şiddeti var. Birinci, ikinci, üçüncü deprem bölgelerinde uymanız gereken farklı kriterler, sağlamanız gereken farklı şartlar var. Kullanılan malzemenin doğru seçilmesi, seçilen malzemenin kalitesi, doğru işçilik, doğru projelendirme olmadan bir binayı hiç kimse ayakta tutamaz.
Bir binanın yıkılmasında proje ve kontrollerin hatası, yapı denetim sisteminin yapısal sorunları, belediye ve diğer kamu kurumlarının ihmali gibi birçok suç ortağı var. Ama bunların içinde ismi en az alınan başka bir meslek grubu var ki, bu taammüden adam öldürme cürmünde belki de en fazla bahsedilmesi gerekenler onlar. Erzincan depreminde zemin sıvılaşması bu kadar bariz şekilde karşımıza çıkmamıştı. Belki zemin yapısı nedeniyle böyleydi, belki de televizyonların canlı yayın kapasitesi sınırlı olduğu için bu kadar göz önüne çıkmamıştı. Oysa Kahramanmaraş merkezli depremlerde, binaların oturmasını, monoblok bir kütlenin yan yatmasını ve devrilmesini canlı yayında izleyebildik. Son deprem, zemin etüdlerinin hayati bir öneme sahip olduğunu bir kere daha ortaya koydu.
Anadolu’nun birçok şehrinde hala yapı projelendirilirken jeolojik etüdler yapılmıyor. Oysa bu kanuni bir zorunluluk. Bu kanuni zorunluluğu aşmak için birçok jeolojik etüd firması teknik personelin sabunlama dediği yöntemi kullanıyor. İnşaat alanının yan parselinde, daha önce yapılmış bir binadan alınmış jeolojik etüdleri inşaat alanından alınmış gibi düzenleyerek rapor hazırlamaya sabunlama diyoruz. Yan parselin zemin etüdünün nereden alındığı, onun da diğer yan parselden alınıp alınmadığı hep bir muamma. Tabi, burada zemin etüd firmaları kadar proje ofislerinin ve asıl yüklenicinin maliyeti düşürme taleplerinin de payı büyük.
Bütün bu etmenler bir araya geldiğinde deprem etkisiyle yapının ayakta durmasını beklemek bir mucize! 92 Erzincan depremini yerinde incelemiş biri olarak takip edebildiğim, görebildiğim kadarıyla orada yaşanan bütün imalat, malzeme, proje hatalarının son depremde on ilimizde de tekrarlandığını rahatlıkla söyleyebilirim.
İki deprem arasındaki bu benzerliğin ana nedeni ise her iki depremdeki yapı stoğunun neredeyse aynı olması! Elbette son depremde yeni yapılan binalardan da yıkılanlar oldu. Özellikle lüks ve pahalı binaların yıkılması televizyon ekranlarında daha çok ilgi gördü. Oysa on il genelinde yıkılan binaların yüzde 95’i 2000 yılı öncesinde yapılmış binalardı. Çoğu bir mühendislik hizmeti alınarak yapılmamış, hiçbir denetim ve kontrol geçirmeden inşa edilmişlerdi. Türkiye’nin neredeyse tamamında 2000 yılı öncesine ait 100 binlerce yapı var. İstanbul ya da İzmir depremi demeden, biliyoruz ki bu yapı stoğu depremlerle beraber yıkılacak! Bu yapıların tamamı 1 ay, 1 yıl veya 10 yıl sonra içlerinde insanlar yaşarken veya terkedilmişken yıkılacak! Eğer kentsel dönüşüm projelerine hız verilmezse, şahısların kendi binalarını yeniden yapması veya güçlendirmesi ile ilgili teşvikler devreye sokulmazsa hepimizi çok acı bir akıbet bekliyor.
Kentsel dönüşüm denilince akla ister istemez çok katlı binalar ve rant geliyor. Yapı yoğunluğu özellikle de sanayi yapılarının yoğunluğu dengeli bir biçimde Anadolu’ya kaydırılmazsa üretim ve tedarik zincirlerinde bütün ülkenin kapasitesini yıllarca sınırlayacak bir felaket de kaçınılmaz olacak. A iktidarında ya da B iktidarında konut üzerinden rant ekonomisi kaçınılmaz bir sonuç. Göçebe bir geçmişin bilinçaltı sonuçları olarak toprak ve binaya düşkünlük, mal hırsı ve şehveti bu derece güçlü iken rant göz ardı edilerek bir kentsel dönüşüm gerçekleştirilemez! Türkiye bir tercih yapmak zorunda ya 2000 öncesi yapı stoğunun enkazı altında yüzbinlerce insanını kaybedecek ya da rant ekonomisi ile uzlaşabileceği bir zemin üzerinde optimum bir çözüm bulacak. 30 m2’lik –çok özür dilerim olayın vahameti anlaşılsın diye söylüyorum- ahırdan bozma evi için 150 m2 rezidans alamazsa kentsel dönüşüme rıza göstermeyen insanların dünyasında bu tercih kaçınılmaz.
Türkiye hafızası sorunlu bir ülke. Yakın tarihlerde yaşadığımız can yakıcı diğer depremlerde olduğu gibi kısa süre içerisinde toplumun geneli bu depremi de unutacak. Bugün feveran ettiğimiz meseleleri kendi arsa ve konutlarımız söz konusu olduğunda kolayca görmezden geleceğiz. Siyasilerden kendimize ait mülkler için referanslar isteyeceğiz. Bir kat daha çıkabilmek, emsal yükseltebilmek için bütün gayri meşru teklifleri rahatlıkla yapacağız. Proje firmalarından, zemin etüdcülerinden maliyeti azaltmalarını, yapı denetim şirketlerinden, belediyelerden veya başkaca ilgili kurumlardan bazı kusurları görmezden gelmelerini isteyeceğiz. Eğer istediklerimizi yapmazlarsa bu işleri istediğimiz gibi yapacak birilerinin olduğunu, bir sonraki seçimde bunun hesabının sorulacağını bilmenin özgüveni ile çıkacağız karşılarına.
Televizyon ekranlarında uğradığımız ‘bilgi tacizi’nin kişisel bir kazanımı olarak herkesi suçlamadan önce oturup düşünmemiz gereken çok konu var. Ekonomiden sağlığa, depremden spora kadar gazetecilik dışında her şeyden anlayan gazetecilerin olduğu bir ülkede bizim her şeyden anlamamızdan daha doğal ne olabilir! Bir mühendisin yetişmesi, profesör olabilmesi için en az 25 yıl çalışması gerekiyor. Oysa 4 yıllık bir gazetecilik bitirdiğinizde doktorların, mühendislerin yirmi beş yılda sahip olabildiği birikimi elde edebiliyorsunuz. Üstelik bu dört yıllık eğitim size bu meslek erbaplarına ders verme, atar yapma gücü de veriyor. Verdiğiniz yanlış bilgiler, son dakika şehvetiyle kırıp döktüğünüz darmadağın ettiğiniz hayatlar ‘meslek zararı’ olarak görmezden gelinebiliyor. Uğradığımız bilgi tacizi karşısında cahilliğin erdem olduğuna dair inancımız artıyor.
Kaynak: hertaraf.com