Doğal ya da toplumsal olsun bir olay vuku bulduğunda en çok merak edilen şey, bu olayın nasıl açıklanacağı meselesidir. Olayın gizemi arttıkça, açıklama biçimleri de esrarengiz bir yapıya bürünür. Bilimsel anlamda “açıklama” bir olayın sebeplerinin bilinmesidir. Bir olayın sebep-sonuç ilişkisi kurulduğunda, o olay bilimsel olarak açıklanmış olur. Ne var ki günlük hayatta bir olayın açıklaması çok farklı biçimlerde yapılır ve bazen gerçek ile kurgu birbirine karışır. Sosyal bilimlerde bir olayın açıklama biçimlerini analiz eden yaklaşıma “söylem analizi” (diskur analizi) denilmektedir. Sosyal bilimlerde sadece metinler değil, aynı zamanda sözlü ifadeler de biçimsel ve içeriksel olarak incelenir.
Söylem analizinin kökeni, dönemin entelektüel yaklaşımını eleştiren Michel Foucault’nun çalışmalarına kadar uzanır. Foucault, kuramsal düşünme biçimiyle yeni bir düşünme biçiminin temellerini atmış ve epistemolojik bir model geliştirmiştir. Bu modele göre söylem, iktidar ilişkileri içinde ele alınması gereken bir şeydir. Onun epistemolojik modeli, daha sonra edebiyat çalışmalarında, sosyolojide ve giderek artan bir şekilde de tarih çalışmalarında bir yaklaşım olarak kullanılacaktır.
Söylem analizi teriminin kendisi, 1952’de Amerikalı bilim adamı Zellig Harris tarafından icat edilmiş ve daha sonra o bunu cümle düzeyinde uygulamıştır. 1960’larda ve 1970’lerde söylem analizi; dilbilim, edebiyat çalışmaları, antropoloji, göstergebilim, teoloji, sosyoloji, psikoloji ve iletişim çalışmaları arasında yeni bir melez yapı olarak gelişmeye başlamıştır. Yöntem çok farklı bilimsel alanları kapsadığı için çok sayıda açı ve yaklaşım da ortaya çıkmıştır. Bunlar her zaman birbiriyle örtüşmez.
Söylem ve söylem analiziyle ilgili bu açıklamalardan sonra sözü, Türkiye’de 6 Şubat 2023 tarihinde ve ardından vuku bulan depremlerle ilgili söylemlere getirmek istiyorum. Depremin ilk günlerinden beri sebeplerinden, arama-kurtarma çalışmalarına ve bölgede yardımların dağıtılmasına kadar pek çok alanda çeşitli söylemler ortaya atılmıştır. Biz bunları kısaca “deprem söylemleri” olarak adlandırabiliriz. Bu söylemler incelendiğinde en az şu 7 söylemin dikkatlere sunulduğunu görmekteyiz:
- Depremin kader olduğuna dair söylemler (kader söylemi);
- Depremin yapay olarak üretildiğine dair söylemler (komplo söylemi);
- Depremin sonuçlarının ağır olmasının sonucunun liyakate değil, ilahiyata göre atamalardan kaynaklandığına dair söylemler (liyakatsizlik söylemi);
- Depremin önceden bilindiği halde önlem alınmadığına dair bilimsel söylemler (tahmin söylemi);
- Depremde etnik ve siyasi temelde arama-kurtarma ve yardımlar yapıldığına dair söylemler (etnikçi-politik söylem);
- Depreme siyaset-üssü yaklaşımı savunan söylemler (a-politik söylem);
- Depremin siyaset-dışı bırakılamayacağını savunan söylemler (politik söylem).
Bu söylemler, ilk günden itibaren sosyal medya başta olmak üzere yazılı ve görsel medya ile günlük yaşamda ifade edilmeye başlanmıştır. Daha da önemlisi, söylem sahiplerinin sosyal medya üzerinden içerik ve video üreterek kendi fikirlerini yaygınlaştırmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir. Bu söylemlerin her biri geniş araştırmalara konu olacak çaptadır, ancak biz bu yazımızda ana hatlarıyla ve bazı örnekler üzerinden özetlemeye çalışacağız.
Deprem hakkındaki kader söylemi, hem bölge ve bölge dışındaki toplum kesimlerince hem de depremi aklamaya çalışan siyasiler ve ilahiyatçılarca dillendirilmeye başlandı. Siyasilerden bu açıklamayı ilk yapanlardan biri Cumhurbaşkanı olmuştur. Depremin merkezi Kahramanmaraş’taki temasları sırasında Pazarcık’ta bir depremzedeye “Bunlar kader planının içerisinde olan şeyler” şeklinde bir söz sarf etmiştir. Meşhur Cübbeli hoca da vaaz ve konuşmalarında depremin bir ihtar ve ceza olduğunu vurgulamaktadır.
Bu söyleme karşı eleştirel vatandaşların ürettiği karşı söylem şöyle özetlenebilir: Eğer deprem bir ihtar ve ceza ise neden 11 il seçildi? Burası oldukça muhafazakâr olan iller ve birçoğunda da AKP’li seçmenler çoğunluğu oluşturuyor. Eğer Allah cezalandırmak isteseydi daha günahkâr olduğu varsayılan Batı’daki büyük illeri cezalandırması gerekmez miydi? Deprem kuşağındaki bu bölgelerde tarihten bu yana deprem olmaktadır, deprem neden işlenen günahlara ceza olarak yorumlansın?
Batı dünyasında Lizbon depremi önemli bir kırılma noktası olmuştur. Bu büyük deprem pek çok can almış ve hasara yol açmıştır. Bununla birlikte teolojik ve bilimsel tartışmalar da başlamıştır. Depremde şehir dışında kalan meyhane ve genel evler yıkılmazken, Kilisenin yıkılması ve dindar insanların ölmesi konunun kader diye geçiştirilemeyeceğini ve bir ilahi ceza olmadığı sonucunu ortaya koymuştur. Umarız bu deprem bizde de Lizbon sonrasında olduğu gibi bir aydınlanmaya sebep olur.
Depremin doğal değil, yapay olarak üretildiğine dair söylemler en az kader söylemi kadar halkın ilgisini çekmektedir. Bu söylemi dillendiren Ramazan Kurtoğlu, HAARP uzmanı olduğunu iddia ediyor ve “Bu deprem yüzde 90 tetiklenmiş bir depremdir” görüşünü ileri sürüyor. Yüksek Frekanslı Etkin Kutup Işıkları Araştırma Programı ya da kısa adıyla “HAARP”, ABD Hava Kuvvetleri, Deniz Kuvvetleri, Alaska eyaletinin en büyük üniversitesi Alaska Fairbanks ve Defansif İleri Araştırma Projeleri Ajansı tarafından finanse edilmiş, etkin kutup ışıkları tabanlı, iyonosferin özelliklerini ve davranışlarını araştırmak üzere Alaska’da sürdürülen çalışmanın bir ismidir. İngiliz havacılık şirketi BAE Systems tarafından tasarlanmış ve inşa edilmiştir. HAARP projesi, iklim denetim silahı olması ve yapay deprem, zihin kontrolü yaratabilmesi gibi birçok ayrı komplo teorisine konu olmuştur. Bazı uzmanlar nükleer bombalarla üretilen sarsıntılar ya da derin madencilik faaliyetlerinin fay hatları üzerinde belirli bir etki yaratabileceğini iddia etse de bunun sismik hareketlere dönüştüğü yönünde bugüne kadar kanıtlanış bir bilgi olmadığı belirtmektedirler.
Her kriz döneminde bu tür komplo teorileri sıkça üretilmekte ve taliplilerinin de kalabalık olduğu görülmektedir. Karl Popper, komplo teorilerini insanların hoşlanmadıkları savaş, işsizlik, kıtlık, yoksulluk gibi toplumsal olayları, gizli güçlerin kendi çıkarları için planlaması olarak değerlendiren görüş şeklinde tanımlar. Popper, bu yaygın görüşün ilkel ve batıl bulduğunu ifade ettikten hemen sonra, dünyada hiç komplo olmadığı görüşünü de savunmadığını ifade eder. O’na göre, sadece komplolar anıldığı kadar sık değildir ve birtakım planlar her zaman önceden öngörüldüğü şekilde başarı ile sonuçlanmaz.
Pandemi döneminde komplo teorilerinin toplumsal karşılıklarının olup olmadığını araştıran sosyolog Veysel Bozkurt 2021 yılında katılımcıların yaklaşık yüzde 38’inin “COVID-19”un büyük güçlerin bir komplosu olduğunu ifade ettiğini saptamıştır. 2020 yılına göre aradan geçen bir yıl içinde COVID-19’un komplo olduğunu düşünenlerin oranında 4 puanlık bir artış gözlenmektedir.
Toplam 4.194 kişinin katıldığı bu anket çalışmasında, özellikle eğitim oranı geriledikçe COVID-19’un büyük güçlerin komplosu olduğunu düşünenlerin oranının belirgin biçimde arttığı görülmektedir. Yüksek lisans ve üzerinde eğitimi olanlarda da yüzde 32 olan bu oran, orta öğretim ve altında yüzde 50’ye yaklaşmaktadır.
Sosyo-ekonomik bakımdan dezavantajlı gruplar arasında komplo teorileri biraz daha fazla kabul görmektedir. Bununla eşleşen bir başka faktör, bilime olan güvensizliktir. Bilime olan inanç geriledikçe komplo teorilerine ilgi ve inanç da artmaktadır.
Bu iki söylemle ilgili gözlem ve bulgularımızı özerlersek, hem kader söyleminin hem de komplo söyleminin sosyo-ekonomik düzeyi düşük geniş halk kesimlerinde karşılık bulduğunu söyleyebiliriz. Okuma, eleştiri yapma ve bilgilenme düzeyi düştükçe kişilerin maruz kaldıkları felaketlerin gerisinde birtakım gizil güçler aradıkları görülmektedir. Dindar kesimler bu gizil gücün Tanrı olduğuna inanırken, kader söylemine eleştirel yaklaşan dindar ve modern-seküler zihinler ise gizil kötücül güçleri günah keçisi ilan etmektedirler.
Gelecek hafta bu konuya devam edeceğiz.
Kaynak: Farklı Bakış