İspanya örneği, özellikle tarihsel arka planıyla kendine özgü bir demokratikleşme vakası tecrübesi olarak değerlendirilebilir. Türkiye muhalefetinin bu deneyimden çıkartabileceği önemli dersler var. Bu çerçevede, muhalefet cephesinde bugüne kadar sadece “Aday kim olacak?” sorusu üzerinden dönen tartışmaların, “Nasıl bir gelecek istiyoruz?” sorusuyla zenginleşmesine ihtiyaç var.
Tüm kürede etkisini gösteren COVID-19 pandemisiyle birlikte, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en ciddi global krizle karşı karşıyayız. Bazı ülkeler krizin getirdiği yeni durum ile birlikte iç siyaset gündemlerini askıya alıp, kriz yönetimine ve gelecekte benzer krizlerle mücadele için gerekli etkin “kamu yönetimi”nin nasıl olması gerektiğine kafa yorarken; diğer bir grup ülke için kriz ne denli büyük olursa olsun rutin iç siyasi dinamiklerin bir parçası hâline getirilebiliyor.
Ne yazık ki biz de bu ikinci grup ülkeler arasındayız. Türkiye bu krize kurumsallaşamamış otoriter bir yönetim altında, toplumun yıllardır derinleşen fay hatlarıyla kamplaştığı ve bir buçuk senedir devam eden ekonomik krize karşı çözüm üretilemediği bir dönemde yakalandı. Bu şartlar altında yaşadığımız kriz, bazı beklentilerin aksine, Türkiye’yi bir süredir esir alan “iç siyaset sarmalı”nı çözmekten ziyade yeniden üretmişe benziyor. Nitekim iktidarın Kanal İstanbul, büyükşehir belediyelerinin faaliyetleri ve son olarak da İnfaz Yasası konularında takındığı tutum bunu teyit ediyor. Üstelik Cumhurbaşkanı Erdoğan, iç düşmanlar, terör örgütlerinin işbirlikçileri ve bozgunculardan bahsettiği konuşmalarından bu dönemde dahi geri durmuyor.
Muhalefetin Seçim Hesabı
Bu iç siyaset sarmalının Türkiye’yi getirdiği yeri fark eden herkes gözünü bir şekilde muhalefete çevirmiş durumda. Ancak muhalefet bloğunda yapılan tartışmalar, son dönemde artan aktör çeşitliliğine rağmen, genellikle seçim odaklı hesapların ötesine geçemiyor. Bu sebeple partiler arası işbirliği ne zaman ve hangi koşullarda yapılacağı henüz belli olmayan seçimlerle sınırlı kalırken, muhalefet “Erdoğan’ı yenme” hedefinin ötesinde Türkiye’ye bir gelecek perspektifi sunma konusunda yetersiz kalıyor.
Muhalefet kanadındaki hesapların seçim odaklı olmasının sebebi Erdoğan’ın giderek güç kaybettiği varsayımı. Bu varsayıma göre, Türkiye bir süredir çok boyutlu bir krizle boğuşurken, iktidar bir yandan toplumdan uzaklaştı, diğer yandan da kriz yönetme kapasitesini büyük oranda kaybetti. 31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimleriyle ayyuka çıkan bu süreçle birlikte, Erdoğan artık geri dönülemez bir şekilde düşüşe geçti.
31 Mart ve 23 Haziran’da kazanan tarafta yer alan CHP, İYİ Parti ve HDP’nin yanı sıra, AKP’den kopup partilerini bu sürecin üzerine inşa eden Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan tarafından da benimsenen bu varsayım aslında çok da temelsiz sayılmaz. Özellikle iktidarın, yerel seçimlerdeki mağlubiyete götüren hataları ısrarla sürdürmesi, sorun çözme ve yönetme kabiliyetini oluşturan tüm kurum ve yapılarını “tek adam yönetimi” uğruna tasfiye etmesi ve bu süreçte tek amacı hâline gelen “iktidarda kalma”nın koalisyon ortaklarının insafına kalmış olmasıyla birlikte Erdoğan, siyasi hayatının belki de en zayıf anlarından birini yaşıyor. Üstelik bir takım kamuoyu araştırmalarına göre, Cumhur İttifakı da bir sonraki seçimlerde Erdoğan’ın zaferi için gerekli olan yüzde 50+1 oyu alamayabilir.
31 Mart ve 23 Haziran’ı Doğru Okumak
Peki, tüm bunlar Türkiye’yi içinde bulunduğu sarmaldan çıkarmaya yetecek mi? Bence 31 Mart ve 23 Haziran, Türkiye’yi bir başka yere taşıyabilecek dinamiklerin ipuçlarını verdi. Fakat bu dinamikler doğru okunmadan ve önümüzdeki süreçte bir sonraki aşamaya taşınmadan, “Erdoğan artık kaybediyor” hikâyesinin kendini gerçekleştiren kehanete dönüşmesini beklemek hiç gerçekçi değil.
31 Mart ve 23 Haziran seçimleri, iktidarın kutuplaşma oyununa gelmeyen bir muhalefetin, (1) sorunların çözümü için siyasetin tek yol olduğu ve (2) şimdiye kadar derin bir kutuplaşma yaşayan kesimlerden birinin kazancının diğerinin mutlak kaybı olmak zorunda olmadığı konusunda toplumu ikna edebileceğini gösterdi. Öyle ki, siyaseten bir araya gelmesi neredeyse mümkün olmayan İYİ Parti ve HDP seçmenlerinin yanı sıra partilerine net bir mesaj vermek isteyen bazı AKP seçmenlerinin CHP’li bir adayın arkasında birleşmesi gibi akla hayale sığmayacak bir gelişme bu süreçte gerçek oldu.
Burada yakalanan momentumun gelecekte de bir şeyler ifade etmesi için taktiksel bir seçim ittifakının ötesine geçmesi ve Türkiye’yi içinde bulunduğu sarmaldan kurtararak geleceğe taşıyacak bir yol haritasına dönüşmesi gerekiyor. Eğer bu gelecek perspektifi, tüm muhalefet aktörlerinin söylem düzeyinde anlaştığı gibi daha demokratik, daha adil, özgürlükçü bir hukuk devletine dayanıyor ise o halde soru bu hedefe mevcut konjonktürde nasıl ulaşılacağıdır.
Bu noktada hem Türkiye hem de dünya tarihinden örnekler, değişim talebinin altını kapsayıcı bir şekilde dolduracak geniş tabanlı bir mutabakata olan ihtiyaca işaret ediyor.
Bu çerçevede, otoriter ve faşist ögeleri kaynaştıran 40 yıllık bir rejimin ardından 1978 yılında demokrasiye geçen İspanya’nın öyküsünden birçok ders alınabilir.*
İspanya Örneğinin Gösterdikleri
Bugün bir Batı demokrasisi olan İspanya için, uzun 20. yüzyılın ikinci yarısı diğer Batı Avrupa ülkelerinden farklı gelişmişti. Bunun sebebi büyük ölçüde ülkenin İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde yaşadığı iç savaş (1936-1939)’tı. Tarihin en uzun ve en kanlı iç savaşlarından biri olarak İspanya İç Savaşı, birçoklarına göre İkinci Dünya Savaşı’nın bir provasıydı.
İç savaş sonrası kurulan Franco rejimi, dünya savaşına resmen katılmasa da Mihver Devletleri’nin yanında durmuş ve bu sebeple savaş sonrasında birçok Avrupa ülkesinin tekrar inşası için ABD tarafından uygulanan Marshall Planı’ndan faydalanamamıştı. 1945 sonrası “Özgür Dünya”nın batılı üyeleri bu plan sayesinde birer refah devleti inşa ederken, İspanya büyük bir ekonomik kalkınma sorunuyla karşı karşıya kaldı ve bu sorunu 1950’lerden itibaren borçlanmaya dayalı neoliberal birikim modeliyle çözmeye çalıştı. Dünya genelinde 1980’lerle birlikte yaygınlaşan bu modelle birlikte, ihracat, turizm ve yabancı sermaye eldeki tüm imkânlar kullanılarak teşvik ediliyor ve Franco rejiminin yapıtaşlarından biri olan korporatist düzenin zarar görmesi pahasına işçi çıkarma serbestisi getiriliyordu.
Neoliberal birikim modeli, Franco İspanyası’nın içinde bulunduğu “kalkınamama” krizinin çözümü için belki tek çıkar yoldu ama bunun bir dizi hesaplanmamış sonucu da oldu. Özellikle bu süreçte rejime özgü korporatist yapının çözülmesiyle net bir şekilde ortaya çıkan emek-sermaye çelişkisinin, Katoliklerden komünistlere kadar toplumun değişik kesimlerinden işçiler tarafından aynı şiddetle deneyimlenmesi, bu gruplar arasında sonuç odaklı işbirliklerinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu işbirlikleri, İspanya toplumunun bu süreçte yaşadığı dönüşüm ve koruduğu farklılıklarla birlikte demokrasi talebinde bir araya gelişinin ilk tohumlarıydı.
1970’lere gelindiğinde İspanya toplumu, iç savaş sonrası döneme göre çok değişmişti. Ekonomideki serbestleşme bir yandan toplumu hızla dönüştürürken, diğer yandan kapitalizmin döngüsel krizleriyle birlikte işsizlik ve enflasyon herkesin ortak sorunu olarak gün yüzüne çıkıyordu. Bunların üzerine bir de Bask ve Katalan bölgesel sorunlarının gündeme gelmesiyle, Franco rejimi baskı aygıtlarını yeniden uygulamaya koymuş ve değişim talep eden tüm toplumsal kesimlerin ortak hedefi hâline gelmişti. Artık rejim gözle görülür bir biçimde kan kaybediyordu. O güne kadar açıktan monarşist olan bazı gruplar bile bu fikirlerinden doğrudan vazgeçmeden baskıcı rejimin sona ermesinden yanaydılar. Rejimin sacayakları geri dönülemez bir şekilde kırılıyordu.
Demokrasiye geçiş ve İspanya’nın Magna Cartası
1975 yılında Franco öldüğünde Franco rejimi çoktan ölmüş olsa da, yerine ne konulacağı henüz belli değildi. Toplumun farklı kesimlerini temsil eden aktör ve siyasi partiler Franco’nun acımasız diktatörlüğüne karşıtlıkta ortaklaşsalar da, “yeni” rejimin ne olması gerektiği konusunda henüz ortak bir vizyon geliştiremedikleri gibi bu hedefe nasıl ulaşabileceklerini de henüz tam olarak bilmiyorlardı.
Birbirine yakın siyasi partiler ortak platformlar aracılığıyla bir araya gelip değişimin nasıl ve nereye doğru yapılması gerektiğini konuşmaya başladılar. Bu sürece katılan aktörler için en büyük meydan okuma, iç savaştan beri her meselede karşı karşıya geldikleri gruplarla ülkenin geleceğini konuşmak için bir araya gelmekti. Özellikle sağ kanattan gruplar ile İspanya Komünist Partisi’ni bir masa etrafında buluşturmak hiç kolay olmadı. Nihayet siyasi yelpazenin sağından ve solundan birçok aktörü demokratik dönüşüm için bir araya getiren Coordinación Democrática adlı platform 1976’da kuruldu.
Demokrasi Koordinasyonu toplantılarından bir kare.
İspanya’da toplumsal taleplerin bu şekilde siyasileştirilmesine, Franco sonrası tahta geçen Kral Juan Carlos ve onun kurdurduğu hükümet de kayıtsız kalamadı. Genel af ve siyasi örgütlenmenin serbest bırakılmasına ilişkin yasaların yürürlüğe konulmasının ardından İspanya 1977’de seçimlere gitti ve oluşan mecliste yer alan tüm partilerin katılımıyla kurulan komisyon, demokratik bir anayasa hazırlanması için çalışmalarına başladı.
Neredeyse 40 yıl süren faşizan bir otoriter rejimin yarattığı birçok kronik sorunun enkazını ele alması gereken komisyon için tüm tarafların üzerinde anlaşabileceği bir anayasa yazmak hiç de kolay değildi. Devletin şekli başta olmak üzere, din-devlet-toplum ilişkileri ve merkez-çevre ilişkileri sürece katılan toplumsal kesimler için uzlaşmanın zor olduğu konulardı. Toplumdaki sağ-sol ve laik-dindar ayrımlarının yanı sıra, Bask ve Katalan sorunlarının yarattığı etnik ayrımlar da bu uzlaşıyı zorlaştırıyordu. Fakat taraflar arasındaki iyi niyet, sürecin karşılıklı verilecek tavizlerle devam ettirilmesine olanak sağladı. Ekonomik krizin ele alınması için Moncloa Paktı imzalanırken, Olvido Paktı’yla iç savaş başta olmak üzere “geçmişin yaralarının” demokrasiye geçiş sürecinin aleyhinde kullanılmaması için anlaşmaya varıldı.
Hassasiyetle yürütülen süreç bir açmaz oluşmaması için en düşük ortak payda aranarak devam ettirildi ve her şeye rağmen kısa sürede uzlaşmanın mümkün olmadığı meseleler kesin hükümlere bağlanmadan, geçiş sürecinden sonra müzakere edilmek üzere ertelendi. Ve nihayet La Magna Carta Espanola olarak anılan ve toplumsal mutabakat yoluyla yapılan İspanya Anayasası 1978 yılında yürürlüğe girdi.
İspanya Deneyimi Türkiye’ye Ne Ölçüde Örnek Olabilir?
Bu yazı ölçeğinde geniş bir yer tutsa da sadece küçük bir özet olarak aktardığım İspanya deneyimi, bir ülkenin iç dinamiklerinin itici gücüyle yaşayabileceği demokratik dönüşümü ve siyasi toplumun bu hassas süreç boyunca oynadığı rolü gösteriyor.
İspanya örneği, özellikle tarihsel arka planıyla kendine özgü bir demokratikleşme vakası olarak değerlendirilebilir. Özellikle Franco’nun ölümü ve onun kurduğu rejimin toplumsal dayanaklarını kaybedişinin aynı döneme rastlaması, İspanya’da muhalefetin geniş bir hareket alanı kazandığı sürecin başlamasında önemli ölçüde etkili oldu. Franco’nun halefi Kral Juan Carlos, rejimin siyasi misyonunu tamamladığını gördü ve demokratik dönüşüm sürecinin başlamasında ve ilerlemesinde kilit bir rol oynadı. Buna karşılık Türkiye’de ise otoriter yönetim halen iktidarda olduğundan, muhalefetin gündeminin ilk sırasında Erdoğan’ı seçimlerle mağlup etmek yer alıyor. Ancak bu durum İspanya’da muhalefetin toplumdaki değişim dinamiklerinden güç alıp başlattıkları demokratikleşme sürecinin diğer ülkelere örnek teşkil edemeyeceği anlamına gelmiyor. Bu sebeple Türkiye muhalefetinin bu deneyimden önemli dersler çıkarabileceğini düşünüyorum:
1. İç savaştan beri toplumsal barışın olmadığı ortak bir geçmişe rağmen farklı kesimleri temsil eden tüm partilerin, “En iyi düzeni biz kurarız” demeksizin bir araya gelmesi,
2. Tüm partilerin, sahip oldukları farklılıkları koruyarak ve diğerlerinin farklılıklarına saygı duyarak, bir arada ve barış içinde bir yaşamın ortak ilkeleri konusunda asgari ortak paydada buluşabilmesi.
Muhalefetin Meselesi Sadece Erdoğan’ı Yenmek mi?
Türkiye’nin son yıllarda kronikleşen sosyal adalet, özgürlükler ve hukuk gibi sorunlarının çözümünün asgari demokratik koşulları sağlayan bir rejim ile çözülebileceği, muhalefetin söylem düzeyinde üzerinde anlaştığı bir konu. Fakat bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda partilerin anlamlı bir diyalog içinde olmadıklarını görüyoruz.
Bu durum büyük ölçüde muhalefet partilerinin henüz “Erdoğan’ı yenmek”ten öte ortak bir gelecek perspektifini geliştirememiş olmalarından kaynaklanıyor. Mevcut koşullar altında geniş tabanlı bir muhalefet ittifakının ilk hedefi Erdoğan’ın seçimlerde mağlup edilmesi olabilir. Fakat yine de sadece bununla sınırlı bir birliktelik, bir ortak gelecek tasavvurundan mahrum olması ve Erdoğan’ın seçim dönemlerinde sıkça başvurduğu “bana karşı onların tümü” gibi kutuplaştırıcı argümanları güçlendirmesi sebebiyle toplumda istenilen karşılığı yaratmayacaktır.
Bu nedenle, 31 Mart ve 23 Haziran’da yerel seçimler üzerinden kurulan ilkesel ve taktiksel anlayış birliğinin, Türkiye’ye adil ve demokratik bir gelecek perspektifi sunabilecek, isteyen herkesin katılabileceği bir diyaloğa çevrilmesi gerekiyor.
Peki, bugün Türkiye’de böyle bir diyaloğun önündeki engeller ne olabilir? Muhalefet partilerinin kazanımlarını maksimize etmeye çalıştıkları seçim dönemleri haricinde bu tür diyaloglardan kaçınmalarının birçok sebebi olabilir. En muhtemel iki sebebi ele alacağım:
Birincisi, muhalefet partileri Erdoğan iktidarının zaten kaybetmekte olduğu varsayımıyla sürecin semeresini tek başlarına almak istiyor olabilir. Bu yaklaşıma sahip olanların bana göre en büyük yanılgısı, bilinçaltında da olsa şu anda Türkiye’de siyaset ve seçim sürecinin sahici bir yarış ile yürütüldüğünü varsaymaları. Siyasi iktidarın, elindeki maddi, hukuki ve stratejik imkânlar ile seçimlerde oyun sahasını muhalefetin aleyhine çevirmesi, işbirliğini sadece aritmetik olarak değil stratejik olarak da zorunlu kılıyor. 24 Haziran cumhurbaşkanlığı seçimleriyle, dokuz ay sonra yapılan yerel seçimlerin sonuçları arasındaki muazzam farkın sebeplerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum.
24 Haziran’da cumhurbaşkanı adaylarının “Erdoğan’ı yenen kişi olma” yarışına girmeleri ona geniş bir stratejik alan açmıştı. 31 Mart’ta ise bunun aksine tüm strateji Erdoğan’la karşı karşıya gelmekten kaçınma üzerine kuruluydu ve başarılı oldu. Dolayısıyla, rekabet ve ortaklık arasındaki stratejik dengenin iyi kurulmaması, muhalefet partilerinin ancak toplumdaki muhalefet oyları için yarışmaya başlamasıyla sonuçlanabilir. Bundan tabiî ki muhalefet partilerinin her konuda anlaşmaları gerektiğini kastetmiyorum. Aksine, sahici bir demokratik yarışın koşullarının oluşması için birlikte mücadele edecek olan muhalefet partileri bu süreçte farklılıklarını korumalıdır.
Muhalefet partilerinin kapsayıcı bir diyalogdan kaçınmasının ikinci bir sebebi de, birtakım partilerle bir arada görünmek istememek olabilir. İYİ Parti’nin HDP’yle bir araya gelmek istememesi, AKP’den kopan yeni partilerin CHP’yle bir araya gelmekten çekinme ihtimali buna örnek olarak gösterilebilir. Söz konusu partiler bu yaklaşımlarını savunurken genelde taban tepkisi ihtimalini öne sürerler. Fakat geçmişte yapılan birçok araştırmanın yanı sıra 31 Mart seçimleri, tabanın bu noktada parti yönetimlerinden daha ilerde bir noktada olduğunu gösterdi. HDP’nin aday çıkarmadığı birçok büyükşehirde, Cumhur İttifakı’nın CHP’li adayları “terörle işbirliği yapmak”la suçlayarak yürüttüğü kara propaganda hiçbir seçim çevresinde çalışmadı.
Dolayısıyla, Türkiye’ye demokrasiyi yeniden getirme iddiasıyla hareket eden muhalefet partilerinin, bizzat Erdoğan’ın çizdiği kutuplaştırıcı siyaset çerçevesinin içinde kalma endişesiyle hareket etmeleri, iktidarın argümanlarını yeniden üreterek onun ömrünü uzatmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. Ne yazık ki yakın geçmişimiz bunun örnekleriyle dolu.
Geniş tabanlı bir diyaloğu engelleyebilecek bunun gibi ihtiyatlı yaklaşımlar İspanya’da da gündeme gelmişti. Özellikle İspanya Komünist Partisi’yle sağ grupların bir araya gelmesi ve bir anayasal perspektif üzerinde anlaşması çok zorlu koşullarda mümkün olmuştu.
1978’de kabul edilen yeni anayasada devletin şeklinin anayasal monarşi olarak belirlenmesinin ardından, iç savaştan beri cumhuriyeti savunan komünistlerin lideri Santiago Carrillo, kendisine yönelik eleştirilere şöyle cevap vermişti: “Yapılması gereken tercih cumhuriyet ile monarşi arasında değil, demokrasi ile diktatörlük arasındadır. Biz cumhuriyeti verdik, karşılığında demokrasiyi aldık. Demokrasiye ulaşmanın yolu geçmişin kötü anılarını unutmaktan geçiyor. Geçmişe yönelik tüm öç alma isteklerini reddediyoruz ve gelecekte ülkemiz ufkundan bir iç savaş heyulasını silip atmak için çalışacağız.” Bu yönüyle İspanya sadece demokrasiye geçmiş olmadı aynı zamanda bir iç barış perspektifi de geliştirmiş oldu.
Demokratik Bir Gelecek Perspektifine İhtiyaç Var
Bugün Türkiye’de muhalefet de “Erdoğan’ı nasıl yeneriz” diye düşünmek ya da otoriter yönetimin kendisini tüketmesini beklemektense, onun yerine demokratik bir gelecek perspektifi oluşturmalı. Bu da toplumdaki değişim talebini temsil ettiğini iddia eden tüm siyasi partilerin farklılıklarını koruyarak beraber hareket etmesiyle mümkün. Bu yaklaşımla Türkiye’nin sorunlarının tamamına çözüm getirilebileceğini beklemek elbette ki gerçekçi olmayacaktır. Günümüz İspanya’sında da birçok sorunun tam anlamıyla çözülememiş olduğunu görüyoruz. Fakat en azından İspanyol toplumunun bu sorunların çözümünü Franco’cu bir bakış açısında aramadığını, iç savaş kâbusunu ufkundan silip attığını söyleyebiliriz. Türkiye’nin ise bu günleri aşması ve sorunlara farklı çözüm perspektiflerinin tartışılabileceği bir ortama kavuşması muhalefet partilerinin bir araya gelebilmelerine bağlı.
Yakın geçmişimizde en kapsamlı demokratik adımlar 2001 ve 2004 yıllarında Mecliste sağlanan geniş tabanlı mutabakatlar sonucunda yapılan anayasa değişiklikleriyle atıldı. Bugün hiçbirimiz bunları, 2010 ya da 2017 referandumlarıyla toplumu adeta iki kampa ayıran ve yarattıkları hasarın telafisi yıllarca sürecek olan anayasa değişiklikleri kadar hatırlamıyoruz. Bugün Erdoğan’ı yenerek tarihe geçmek isteyen muhalefet liderleri, Türkiye’nin en büyük sorunlarının çözümüne zemin oluşturabilecek bir anayasanın yapımı için geniş tabanlı bir toplumsal mutabakata katkı vererek gerçek anlamda tarih yazabilirler.
Sonuç: Şimdi Ne Yapmalı?
Tüm bunların mümkün olabilmesi için toplumdaki değişim talebini temsil ettiğini iddia eden tüm siyasi partiler, sınırlarını iktidarın çizdiği ve Türkiye’yi esir almış olan iç siyaset sarmalından çıkarak, diyalog kurmanın yollarını aramalı. Muhalefet, bugüne kadar seçimlerde aritmetik bir gereklilik olarak görülen dar ittifak yaklaşımını, bir arada ve barış içinde bir geleceğin demokratik bir rejimle inşa edilmesi için bir sorumluluk olarak görerek genişletmeli. Muhalefet cephesinde yeni partilerle artan aktör çeşitliliği, bugünün iç siyaset sarmalında partilerin bir araya gelmesinin önündeki zorlukların açılması ve yapıcı bir diyalog başlatılması için bir fırsat yaratabilir.
Bunun yanı sıra “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin aksaklıkları, güçlü parlamenter sistem talepleri ve özellikle COVID-19 salgınının yarattığı ekonomik şokla daha da önem kazanan gelir dağılımı adaletsizliği gibi tüm muhalefet partilerini birleştirebilecek meseleler, söz konusu diyaloğun içeriğini oluşturabilir. Birçokları için muhalefetin tamamı açısından ufuktaki en önemli meydan okuma cumhurbaşkanlığı seçimleridir.
Gerçekten de seçimler için uygulanabilir bir plandan yoksun bir diyaloğun demokratik bir siyasal rejimin inşası için hiçbir faydası olmayacak. Ne var ki, içinde ortak gelecek tasavvuru bulunduran bir diyalog, muhalefet cephesinde bugüne kadar sadece “Aday kim olacak?” sorusu üzerinden dönen tartışmaların, “Nasıl bir gelecek istiyoruz?” sorusuyla zenginleşmesine imkân sağlayabilir.
* İspanya örneğiyle ilgili daha ayrıntılı bilgi için, Prof. A. Raşit Kaya’nın benim de epey faydalandığım İspanya: Faşizmden Demokrasiye adlı kitabını herkese öneririm.
____
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.
Siyaset Bilimci, İstanbul Politik Araştırmalar Enstitüsü (IstanPol) Kurucu Üyesi
PERSPEKTİF