Demokrasiler için seçimler “her şey” olmasa da en önemli unsurların başında gelir. Vatandaşlara belirli aralıklarla bir önceki seçimlerde seçmiş oldukları iktidarı hâlâ tasvip edip etmedikleri ve gidişattan memnun olup olmadıkları sorulmalıdır. İşte bu, seçimler aracılığıyla gerçekleşir.
Denge ve denetleme denilen bu mekanizma, başta yasama, yürütme ve yargının medya, yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları, hatta vatandaşların bizzat kendilerinin bu organların güçlerini sınırlama ve yanlış yapma ihtimaline karşı denetleyebilme imkânlarının olması demektir.
Sadece seçimlerin yapılması ile vatandaşların iradesinin sandığa yansıdığı görüşü eksiktir. Seçmenlerin kendilerini yönetmesi için kendilerine ait olan iktidar yetkisini, belirli aralıklara siyasi partilere vermesi, o güçten bahsedilen süre zarfında tamamen vazgeçtikleri anlamına gelmez.
Seçimlerden sonra siyasi iktidarın işleyişi tabii ki bazı sivil ve demokratik kurumlar tarafından da denetlemeye tabi tutulmalıdır. Gücü elinde tutan organların dengelenememesi demokrasiden uzaklaşıldığına işarettir. Eğer bu organlar üzerine düşen denetlemeyi yapamıyorsa o zaman ülkelere göre değişen dört veya beş senede bir yapılan seçimlerle vatandaşların kendileri işleyişe müdahale ederek iktidarı değiştirebilmelidir. Vatandaşların bu gidişatı kendilerine verilen en önemli güç olan seçimler yoluyla değiştirebilmeleri demokratik anlayışın olmazsa olmazıdır.
2010 yılında bir hukuk profesörü iken yazdığı Dispositions Générales de la Constitution (Anayasanın Genel Hükümleri) adlı kitabı on yıl sonra Tunus’ta iktidara geldikten sonra tanımazlıktan, bilmezlikten gelen Kays Saîd adındaki bir siyasetçi, bir ülkede demokrasi nasıl tartışmaya açılır, güven nasıl istismar edilir sorularının yanıt bulduğu en iyi(!) örneklerden birisidir.
Bir anayasa hukuku uzmanı olarak farklı yerlerde özellikle de akademide görev yapmış birisi olan Saîd, 2019 yılına kadar siyasetle ilişkisi olan bir kişi değildi. Ama o seçimlere sanki partiler üstü bir aday olarak ama en-Nahda gibi sağ muhafazakâr partilerin de desteklediği bağımsız bir aday olarak girmişti. Hukuka saygı, insan hakları ve hukuk devleti gibi değerlere önem veriyormuş gibi yaparak özellikle de genç seçmenlere hitap etmişti.
Hatta seçim kampanyasında kendisi “icône des jeunes” (Gençliğin İkonu), yani gençlerin tam istedikleri ve saygı duyacakları gibi bir aday olarak lanse edilmişti. Seçim sonrası araştırmalarda yaşları 18-25 arası seçmenin oylarının yüzde 90’ını aldığı tahmin edilmişti. Üniversite hocası olması ve hele hukukçu olması siyasetin dışından bile olmasına rağmen zaferi getiren en önemli etkendi. Tunuslular tarafından Robocop olarak adlandırılması bile yaşına nispeten daha küçük olanlara hitap ettiğinin bir göstergesiydi.
Ekim 2019 seçimlerinde ikinci tura kalan rakibi Nebil Karui ise Nessma gibi özel televizyon kanalları ve halkla ilişkiler şirketleri olan bir iş insanıydı. Daha önceleri siyasetle de ilgilenmiş olan Karui, Tunus’ta siyasi çalkantılardan sonra 2019 seçimlerinden hemen önce “Tunus’un Kalbi” adında yeni bir parti kurarak seçimlere girmişti. Oldukça zengin olması sebebiyle ülkenin fakir kesimlerine makarna yardımları yaptığı için “Nebil Makaroni” ismi ile anılmış ama kendisi makarnacılar partisinin başı olmaktan gurur duyduğunu her fırsatta belirtmişti.
“Tunus’un Berlusconi”si aslında ülkede kara para aklamaktan usulsüzlüklere ve yolsuzluklara kadar pek çok şaibeli söylentinin de içindeydi. Hatta kamuoyu araştırma şirketlerinin tahminlerine göre önde görüldüğü seçimlere çok az bir zaman kala gözaltına bile alınmıştı. İkinci tur oylamasına bir hafta kala serbest bırakılmış ve seçimlere girmesi sağlanmıştı. O günden beri de zaman zaman gözaltına alınmaktadır.
Bu şartlar altında Tunus halkı, kendilerine tabir yerindeyse makarna ile fakirlere yardım vaat eden bir aday ile hukuk getireceğine söz veren aday arasında elbette tercihini hukuktan yana koymuştu. Zaten Arap Baharı’nın başladığı bir ülkede aksi düşünülemezdi ve Kays Saîd, oyların yüzde 77’sini alarak başkan seçilmişti. Ülkenin Fransa’dan bağımsızlığını kazandığı 1956 yılından sonra 1958’de yani özgür Tunus’ta doğmuş birisinin ilk defa başkan olması da önemli bir ayrıntıydı.
23 Ekim 2019’da yemin ederek göreve başladıktan sonra güvenlikle ve medya tanıtımla ilgili danışmanlarını ve benzer görevleri atadıktan sonra seçimi önde bitiren en-Nahda Partisi lideri Habib Cemli’yi hükümeti kurmakla görevlendirmişti. Fakat 10 Ocak 2020’de hükümet güvenoyu alamayınca Saîd bu sefer İlyas Fahfah’ı görevlendirmiş ama en-Nahda ile Tunus’un Kalbi gibi partiler arasında bakanlık dağılımı konusunda anlaşmazlıklar çıksa da meclisin feshedilmesinden çekinen en-Nahda kabul oyu verince hükümet kurulmuştu. Fakat birkaç ay sonra Başbakan Fahfah’ın sahip olduğu borsa hisselerinin normalin üstünde kazanç sağlaması üzerine çıkan söylentiler üzerine o da istifa etmek zorunda kalmıştı. Devlet Başkanı Saîd bu sefer de Hişam Meşişi’yi görevlendirmiş, o da bir ay içinde hükümeti kurmuştu.
Bütün bu karışıklıklardan sonra Arap Baharı’nı başlatan Tunus halkı Kovid-19 salgınındaki sağlık sisteminin yetersizliğini de bahane ederek işsizlik, hayat pahalılığı ve temel hizmetlerin iyileştirilmesi talepleriyle 25 Temmuz 2021 günü hükümet aleyhine gösterilere başlamıştı.
Saîd bu gelişmeler üzerine siyaset biliminde self-coup (kendi kendine darbe) olarak adlandırılan bir hareketi yaparak otuz günlüğüne parlamentoyu feshetmiş, Başbakan Meşişi’yi görevden almış ve milletvekillerinin dokunulmazlıklarını kaldırarak orduya tutuklama emri vermişti.
Bu hareketi aslında en iyi kendisinin bildiği gibi anayasaya aykırıydı. Olağanüstü hâl ilan edilebilmesi için devlet başkanının başbakan ve parlamento başkanıyla istişare etmesi gerekliydi.
Elbette bütün bu gelişmeler yaşanırken dünya kamuoyu ülkedeki demokrasinin geleceğinden endişelenmeye başlamıştı. Yabancı haber ajansları da artık self-coup kavramını Tunus özelinde çok sık kullanıyordu. Bu arada Saîd ülkeyi kararnamelerle yönetiyor, geçen seçimlerde hukuksuzluk yaptıkları gerekçesiyle dört eski başbakan ve ülkenin ileri gelen siyasetçisi Raşid Gannuşi hakkında soruşturmalar başlatıyordu. Belki de en korkuncu da yüksek mahkemeleri kapatmaya çalışıyordu. Gelen tepkiler üzerine kendi atadığı hâkimlerle geçici bir Yüksek Yargı Konseyi kurmayı kabul etmişti.
25 Temmuz 2022’de yapılan anayasa referandumunda yüzde 90 kabul oyu çıkmasını kendisine duyulan büyük bir güven olarak algılayan Saîd, artık hemen hemen sınırsız yetkilerle başkanlığına devam etmişti.
Bu siyasi kaos ortamında artık siyasi partilerin de bir anlamı kalmamış ve geçtiğimiz cumartesi (17 Aralık) günü yapılan genel seçimlere katılım olmamıştır. Anayasa değişikliğinden sonra siyaset yapılamayacağını düşünen siyasi partiler, seçimlere hiç ilgi göstermemiştir.
Binden fazla aday sanki partilerinden bağımsızmış gibi hareket etmiş, birbirleriyle hemen hiç yarışmamıştır.
Siyasi tartışmalar olmamış, hatta halk kimi neden seçeceklerini bile bilememiştir. Milletvekili adayları da ne için seçileceklerini ve seçildikten sonra nerede nasıl bir vazife yapacaklarını kendilerine bile anlatamaz bir duruma düşmüşlerdir. Sandıklar kapandıktan sonra seçim kurulu yaklaşık 10 milyon seçmenden sadece yüzde 8,8’inin oy kullandığını açıklamıştır. Gerçi sonradan bu sayıyı yüzde 10 veya 12’ye çıkaranlar olmuşsa da her hâlükârda bu oldukça düşük katılım oranı seçim sonuçlarının sorgulanmasına sebep olmuştur.
Dünyada herhalde bu kadar düşük katılımlı bir seçim olmamıştır. Hem yazın yapılan referandumda hem de bu seçimlerde oy kullananların büyük bir kısmının orta yaş ve üzeri olduğu göz önüne alınırsa gençlerin siyasetten ümitlerini kestikleri sonucu çıkarılabilir.
2019’daki seçimlerde kendilerine ekmek yerine demokrasi vaat eden bir siyasetçinin demokrasi, hak, hukuk, özgürlükler ve eşitlikleri yerle bir etmesini bir türlü kabullenememişlerdir. Günümüz dünyasında artık insanlar binalar veya yollar yapanları ya da sosyal yardım yapanları değil, her şeyden önce “insan gibi yaşama”yı vaat edenlere yetki vermeyi öne çıkarmaktadır ve kendilerine “insanca” davranılmasını istemektedir. Bu hakikati görmezden gelenlerin artık siyasi geleceklerinden bahsetmek de imkânsızdır.
Daha doğrusu, bunun sürdürülebilir bir yöntem olmadığı çok açıktır. Güvenlik elbette her insan için önemlidir ancak özgürlükle desteklenmeyen güvenlik anlayışının kalıcı olması mümkün değildir. Tunus’un yakın tarihi buna en iyi örnektir. Tunus’tan herkes için alınacak birçok ders vardır.