Kuşkusuz, Müslümanların Batı'ya karşı duyduğu kin ve öfkeyi besleyen sadece geri kalmışlık ve son iki yüzyıldır peş peşe alınan ağır yenilgiler değildir.
Batı'nın çifte standartlı politikaları, en başta koşulsuz desteklediği İsrail'in hak-hukuk tanımaz işgal ve katliamlarının da büyük etkisi olmuştur.
19 ve 20'nci yüzyılın emperyal ve sömürge dönemi henüz hafızalarda canlılığını korurken, Batı'nın Halepçe Katliamı, Srebrenitsa Soykırımı, Afganistan, Irak, Suriye, Libya işgallerini desteklemesi veya sessiz, tepkisiz kalması, Batı'ya duyulan güvensizliği derinleştirmiştir.
Bütün bunlara Batı destekli bölge devletlerinin ceberut yönetimleri de eklenince öfke ve düşmanlığın sınırlarını belirlemek artık mümkün olmuyor!
Yerel-milli politikacılar da, Müslüman kitlelerde artan öfkeyi, politik avantaja çevirmekten geri durmuyor.
Başta İsrail'in körüklediği şiddet, terör ve savaş politikalarının olumlu-olumsuz bölge yönetimlerini ve siyasetini doğrudan etkilediği açıktır.
Bu politikalar sonucu iktidarlar değişmekte, otoriter sistemler tahkim edilmektedir.
Söz konusu politikalara Türkiye'deki mevcut iktidar örnek verilebilir.
NATO üyesi, Batı müttefiki ve İsrail dostu olarak Batı ve İsrail'in bölge politikalarına hiç zarar vermeden; ancak Batı ve İsrail karşıtlığı üzerinden 18 yıldır iktidarını sürdürmeye devam etmektedir.
Diğer Müslüman ülkelerde de durum farklı değildir.
Neredeyse Müslüman ülkelerin tamamında, özellikle de "Müslümanlık" iddiası üzerinden politika geliştiren parti ve örgütlerde siyaset alanı, Batı ve İsrail düşmanlığı algısı üzerinden oluşturulmaktadır.
Körfez Savaşı sonrası başlayan süreçte dinbazlık temelli siyasetin etkin ve belirleyici olmaya başlaması da bunun göstergesidir.
Yaklaşık yüz yıldır rotasını demokrasi ve hukuk devleti temelinde Batı'ya çeviren Türkiye'nin durumu ortadadır.
Türkiye için Batı, Batı için de Türkiye vazgeçilmez olmasına rağmen, ilişkilerin demokrasi ve hukuk sistemi üzerinden geliştirilmemesini, Türkiye'nin demokrasi iddiasındaki samimiyetsizliği kadar, Batı'nın da samimiyetsizliğine ve çifte standart uygulamalarına bağlamak mümkündür.
Türkiye'yi vesayete, askeri müdahalelere ve bugün olduğu gibi otoriteryenizme açık hale getiren de söz konusu çifte standarttır.
Türkiye toplumunun demokrasi ve hukuk mücadelesini sonuçsuz bırakan ve resmi ideolojinin demokrasiye karşı direncini artıran da yine Batı'nın demokrasi konusundaki samimiyetsiz tutumudur.
Kuşkusuz Batı toplumunu ayrı tutuyorum, çifte standart uygulayan devlet yönetimleridir.
Batı'nın demokrasi iddiası ne yazık ki kendisiyle sınırlıdır. Müslüman dünyasını, özellikle de Ortadoğu'yu kapsamadığı çok açıktır.
Devletlerarası ilişkiler ve emperyal çıkarları demokrasiden çok daha önceliklidir, hatta olmazsa olmazıdır.
Bölgemizdeki istikrarsız ortamın emperyal iştahı kabarttığı da dikkate alındığında demokrasi, hukuk, insan hakları, Batı devletleri için kendileri dışında bir değer ifade etmediği anlaşılmaktadır.
Daha ötesi, bölgemiz için demokrasi, hem yerel-milli, hem de küresel güçler için istenmeyen bir siyasal sistem olmaktadır.
Bunun sonucu olarak da ceberut yönetimlere, otoriter siyasete, milliyetçi-dinbaz yöneticilere mahkûm oluyoruz.
Batı'nın bu tutumunu fırsat bilen milli-milliyetçi-muhafazakâr-dinbaz-devletçi-laikçi politikacılar da demokrasiyi bir siyaset ve iktidar aracı olarak kullanmak için istismar yarışına girmişlerdir.
Her ne hikmetse, Batı destekli yüz yıllık demokrasi mücadelesi sonunda, üstelik AB üyeliği müzakere sürecinde, bazılarının ifadesiyle "demokratik diktatörlük" veya "demokrasi görünümlü diktatörlük" olarak tanımlanabilecek otoriter bir siyasal sistem oluştu.
Yüz yıllık demokrasi mücadelesi, demokrasi iddiası, hak ve özgürlük talepleri, hukuk devleti gibi arayışların kaybolduğu bir süreci yaşıyoruz.
Gelişmelere bakınca artık demokrasi oyunun sonuna geldik!
Peki, ne oldu demokrasi havarilerine?
Nerede demokrasiyi ve demokratikleşmeyi dillerinden düşürmeyenler?
İktidar ve muhalefet partilerinin hararetle seslendirdiği "demokrasi iddiası!" gerçekçi kabul edilebilir mi?
İddiasında samimi olan tek bir parti dahi TBMM'de temsil ediliyor mu?
Elbette mevcut partilerden ve politik aktörlerden hiçbirisinin "demokrasi" söylemi gerçekçi, inandırıcı ve içten değildir!..
Çünkü hiçbirisi demokrasiyi özümsemiş, içselleştirmiş değildir. 'Herkes için demokrasi', bir iktidar oyunundan ibarettir!
Gerçek/tam demokrasinin bizim için gereksiz ve bir fanteziden ibaret olduğu anlaşılmaktadır.
Bu nedenle mevcut partiler marifetiyle sahtesi ile oyalanıyoruz.
Ne yazık ki sahte olması, geniş kitleler için sorun olmak yerine avantaj sağladığını da ifade etmeliyim.
Coğrafyamızdaki gelişmelere bakınca Platon'un bu konudaki sözleri daha çok anlam kazanmaktadır:
"Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar."
Hiç kuşkusuz bu sonuç; nitelikli bir eğitim almadan, medenileşmeden ve içselleştirmeden talip olduğumuz ve mücadelesini verdiğimizi zannettiğimiz değerlerden yoksun bir demokrasi anlayışımızın ürünüdür.
Nitelikli eğitim, akılcı ve bilimsel bir siyaset ve bilgi toplumu olmadan demokrasi adına verdiğimiz mücadele, Aristoteles'in asırlar önce yaptığı uyarıyı görmezden geldiğimizi de ortaya koymaktadır:
"Demokrasi cahil kitlelerin egemen olduğu bir yönetim şekline dönüşebilir."
Sizce de demokrasi oyununun sonuna gelmedik mi?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.