Türkiye iyi yönetilmeye , refaha ve özgürlüğe aç,huzura susamış bir ülke…
Basın tarihi üzerinden yakın geçmişi irdelerken Demirelli yılların da Türkiye’nin rodeo yapar gibi çalkalanıp durduğu yıllar olduğu görülüyor.
Ama zaten bizim tarihimizde sakin ve huzurlu dönemler çok az, hattâ yok gibi…
***
Demirelli yılların çatışma hattını oluşturan, dönemin dünya konjonktürüne uygun olarak sağ-sol kutuplaşması ve bunun doğal türevi olan işçi ve gençlik olaylarıydı.
1968 yılında Avrupa ve ABD’de giderek yaygınlaşan gençlik hareketleri, sol düşünceyle yeni yeni ilişki kuran Türkiye’deki üniversite gençliğini de etkiledi.
1960’ların ikinci yarısı, şiddetin kol gezdiği 1970’lerin adeta provası niteliğindeydi.
Dünyada 1968, gençler arasında özgürlükçü hareketlerin ve isyanın yükselişine sahne olan bir yıldı.
Türkiye’de de 1965’ten itibaren gençlik hareketi, bilhassa Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) gençlik üzerindeki etkisini arttırması ve Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) güçlenmesiyle ivme kazandı, pek çok boykot, işgal, yürüyüş, miting ve benzeri protesto eylemleri gerçekleşti.
***
Türkiye’deki ilk önemli öğrenci eylemi Haziran1968’de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ndeki boykotla başladı.
Bunu öteki üniversite ve fakültelerde hızla yaygınlaşan boykot ve işgaller izledi.
Akademik amaçlarla başlatılan bu eylemler daha sonra giderek siyasi içerik kazandı ve AP iktidarı için tedirginlik kaynağı oldu.
Bunun ardından sağ ve sol görüşlü öğrenci grupları arasındaki çatışmalarda kan dökülmeye başladı.
***
1967 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK’in) kuruluşuyla da sınıf mücadelesi şiddetlenmiş; emperyalizm, özellikle de ABD karşıtı gençlik hareketi sol cenahta yükselmişti.
Bununla beraber, Amerika karşıtı söylem, sağ örgütler içinde de yer buldu.
1970-1980 arasında sınıf mücadeleleri ve sağ-sol çatışması daha da keskinleşti, şiddet olayları ve siyasi cinayetler, katliamlar arttı.
AP’nin başı çektiği Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde sola karşı baskı ve şiddet iyiden iyiye yayıldı.
***
Bu dönemdeki devlet şiddeti Vedat Demircioğlu’nun öldürülmesiyle başladı.
24 Temmuz 1968 tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesi yurdunu basan polisler Hukuk Fakültesi öğrencisi Vedat Demircioğlu’nu öldürdü.
Çok vahşi bir diğer saldırı 16 Şubat 1969’daki Kanlı Pazar’dı.
16 Şubat 1969’da, 6. Filo protestoları sırasında, polisin himayesinde İslamcı sağcı militanlar solculara taş, sopa ve bıçaklarla saldırarak Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan’ı bıçaklayarak öldürdü.
Bu yıllarda hem devlet şiddeti söz konusuydu hem de alabildiğine resmî bir milliyetçi söylemden medet umuluyordu. Tek düşman ise sol siyaset ve bu siyaseti benimseyenlerdi.
***
Gençlik olayları yanında işçi eylemlerinde de bir kabarma yaşandı…
15 Haziran 1970’te işçilerin sendikal özgürlüklerini boğmak isteyen bir yasa tasarısını protesto etmek için 70 bin civarında işçi İstanbul ve İzmit’te eyleme geçti.
16 Haziran’da da polis barikatlarını aşarak yürüyüşe devam ettiler. Protestocu işçi sayısı 150 bini buldu. İstanbul ve İzmit’in yanı sıra Ankara ve İzmir’de de protestolar yaşandı.
Olaylar esnasında 3 işçi, 1 polis ve olayları izleyen bir yurttaş öldü. 200 kadar işçi yaralandı, yüzlerce işçi gözaltına alındı.
İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edilmesine rağmen irili ufaklı işçi eylemleri devam etti, 4000 kadar işçi işten çıkarıldı.
Bu gelişmelere rağmen tasarı yasalaştı ve Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildi.
Kanundaki pek çok önemli madde ise Şubat 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
***
Benim de fiilen şahit olduğum, duygulanıp heyecanlandığım 15-16 Haziran olayları Türkiye sosyal tarihinde çok derin izler bıraktı. Solda ve sağda bir dönüm noktası oldu.
Olaylar, sol düşmanı güçleri de alarma geçirdi.
Demirel hükümetlerinin artarak sertleşen tutumu, dönemin iki kutuplu dünyasında sosyalizmin giderek çok daha ciddi bir tehdit olarak algılandığını gösterdi. Halbuki o dönemde Amerika ve Sovyetler Birliği’nin fikrî varlığı diğer demokratik ülkelerde özgür bir ortamda farklı partiler tarafından temsil ediliyordu. Komünizm bütün demokratik ülkelerde serbestti. Hattâ kimi ülkelerde iktidardaydı da ya da koalisyon ortağıydı. Türkiye’de komünist parti kurmak da, komünizm propagandası yapmak da yasaktı.
Demirel dünyadaki bu siyasal dengeye aldırmıyor, sol düşmanlığını körüklüyordu. Halbuki dış politikada dikkat çekici bir şekilde Sovyetlere yakın duruyordu.
Demirel, AP 7. Büyük Kongresinim açılış konuşmasında, “15-16 Haziran olayları bir ihtilal provasıdır” iyerek, olayları “başarıyla” bastırmalarına rağmen eylemlerin üniversitelerde devam ettiğini söyledi. Alışık olduğumuz ve hep dinleyegeldiğimiz demagojik bir söylemle olayların aslında sağ-sol çatışması değil, komünist çetecilik olduğunu ileri sürdü, komünist telkinlerin masum üniversite ve lise gençliğini istismar ettiğini, işgal gibi eylemlerinse bozuk düzeni değiştirme savıyla zorbalığa dönüştüğünü iddia etti.
***
Baskıcı yönetim anlayışının unutulmaz bir diğer örneği de gene Demirel döneminde yaşandı.
Cumhuriyet tarihinde ilk kez polis Millet Meclisi’ni bastı.
Otoriterleşme eğiliminin bu unutulmaz örneği, Demirel’in başbakanlığının ilk yılında, 7 Mayıs 1966 tarihinde gerçekleşti.
Bu tarihte, içişleri Bakanı Faruk Sükan’ın bilgisi dâhilinde, meclisteki grup odaları didik didik sivil polis ve idare amirlerince arandı.
Hükümet buna gerekçe olarak meclisten çıkarıldığı iddia edilen teksir ve daktilo makinelerini göstermişti.
Siyasal çıldırmanın ilk başlangıç yıllarıydı.
***
Demirel’in yükselen toplumsal talepler karşısında yukarıda özetlenen baskıcı tavrının özgür bir basın ortamını zehirlememesi mümkün değildi.1960’dan sonra şekillenen özgürlükçü anayasaya rağmen hukuksal mevzuatın içinde sinsice bekleyen fazlasıyla baskıcı yasa vardı.
Zaten Türkiye’de hiçbir zaman gerçek bir demokratik devlet ve siyaset söz konusu olmadı. Her zaman faşizme yönelmeyi mümkün kılan inanılmaz bir mevzuat hazır ve nâzırdı.
Demirel hükümetinin sol muhalefet karşıtı sertlik yanlısı tutumunun yansımaları, toplumsal olaylar karşısındaki tutumu ile sınırlı değildi.
Belirttiğim gibi Anayasanın tanıdığı hak ve özgürlüklere rağmen, diğer kanunlarda ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayıcı hükümler varlığını zaten sürdürmekteydi.
Bu düzenlemelerin en önemlilerinden biri ise Mussolini İtalyası Ceza Kanunundan da esinlenerek 1936-1951 yılları arasında yapılan değişikliklerle 1966 yılındaki hâline ulaşmış olan 1926 tarihli Türk Ceza Kanununun 141. ve 142. maddeleriydi.
141. madde “komünist cemiyetler kurulmasını suç saymış … anarşizmi, diktatörlüğü, ırkçılığı ve millî duyguları yok etmeği ve zayıflatmayı amaç edinen cemiyetleri yasaklamıştı”; bezer bir biçimde 142. madde de “komünizm, anarşizm, diktatörlük, ırkçılık propagandalarını ve millî duyguları yok etmeğe ve zayıflatmağa yönelen propagandayı cezalandırmıştı.”
141. ve 142. maddelerin anti-demokratik içeriği çok eleştirilmişse de Demirel, komünizm karşıtı bu ve benzeri yasalara sahip çıktı.
Örneğin, 18 Şubat 1966’da Demirel hükümetinin Adalet Bakanı Hasan Dinçer, 141. ve 142. maddeler için şu sözleri sarf etmişti:
Bu maddeler aynen kalacaktır. Hattâ açık kapıları kapayacak tedbirler getireceğim. Bu iki madde fikir hürriyetini değil, komünizmi ve anarşizmi yasaklıyor.
***
1966-67 yıllarında CHP’nin ve muhalif gazetelerin şiddetle karşı çıktığı ve tasarı olarak kalan Temel Hak ve Hürriyetler Kanunu Tasarısı da Demirel’in düşünce ve ifade özgürlüğü konusundaki tutumunu yansıtır nitelikteydi.
Tasarıda yer alan basın özgürlüğünü sakatlayan cezaların kimileri şöyleydi:
Toplum içinde kamu düzenini veya güvenliğini bozabilecek mahiyette her türlü bölücü faaliyette bulunanlar veya bu maksatla söz, yazı, haber, havadis, resim, karikatür veya başka araçlarla örnekler vererek propaganda yapanlar veya telkinde bulunanlar 2 yıldan 5 yıla kadar…”
Anayasanın reddettiği komünizmi kurmayı amaç edinen bir görüşü etkili olarak aşılamaya yahut komünizmi benimsemeye, veyahut beğendirmeye yönelik her ne suretle olursa olsun propaganda yapanlar veya telkinde bulunanlar 5 yıldan 10 yıla kadar…
Yargı kurullarında veriliş ve kesinleşmiş olan karar ve hükümleri söz, yazı, haber, havadis, resim, karikatür veya başka araçlarla kötülemeye çalışanlar … 1 yıldan 5 yıla kadar…
Tasarı yasalaşmamış ise de düşünce ve ifade özgürlüğüne karşı Demirel’in otoriter tutumunu yansıtması açısından önemlidir.
***
Huzursuzluğun ve öğrenci olaylarının yaygınlaşarak arttığı bir dönemde yapılan 12 Ekim 1969 Genel Seçimlerinde AP yüzde 47oy alarak yeniden tek başına iktidar oldu ve Demirel 3 Kasım 1969 tarihinde ikinci hükümetini kurdu. Ancak, halktan gelen bu desteğe rağmen parti içindeki mücadele sonunda AP bölündü, bütçe oylamasında hükümetin bütçesi reddedildi ve hükümet düştü. Demirel, Mart 1970’te yeni hükümeti kurdu ve aynı yıl yapılan AP’nin 5. Kongresinde yeniden Genel Başkan seçildi.
***
27 Mayıs sonrasında sivil rejime geçiş problemsiz olmamıştı.
İktidarda kalmak isteyen ve daha ziyade albay ve küçük rütbeli subaylardan oluşan Radikallerle, generallerin ağırlıkta olduğu Ilımlılar arasındaki çekişmeler yıllarca sürdü.
Askerlerin siyaset üzerinde ağır bir baskısı vardı. Demirel’in dış politikası iç politikayı da etkiliyor, istikrarlı ve huzurlu bir ortamı sağlayamıyordu. Zaten dünya konjonktürü de gerginlik ortamını kışkırtıyordu.
12 Mart 1971’e doğru ülke kaynamaya devam ediyordu.
Yön dergisinin daha keskin ve radikal bir sonraki aşamasını içeren Devrim dergisi de böyle bir süreçte doğdu.
Amacı ordunun siyasetteki gücünü ve ağırlığını daha da artırmaktı.
P24 Blog