Yazar ve akademisyen Vahap Coşkun, Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu’nun, önemine binaen 12 Eylül’e denk getirdiği Bingöl ve Diyarbakır gezisinde öne çıkan konuları analiz ediyor.
Davutoğlu, toplantının açış konuşmasında bir saate yakın konuştu. Prompter yoktu, bir metne de bağlı kalmadı; sadece önündeki birkaç nota bakarak irticalen bir konuşma yaptı. Evvela Türkiye siyasetinde üç fay hattının olduğunu belirtti. Ona göre; etnik kimlik (Türk-Kürt), mezhebi kimlik (Alevi-Sinni) ve inanç/hayat tarzı farklılığını (laik-dindar, seküler-dindar) yansıtan bu hatlar, siyasetin yönünü tayin ediyor. Yüzüncü yılına yaklaştığımız Cumhuriyet, bu sorunları demokratik bir çözüme kavuşturamadığından bu hatlar dün olduğu gibi bugün de de siyasetin merkezin işgal ediyor. Siyasi hareketler de bu hatlara göre konumlanıyor.
Davutoğlu, bu bağlamda, siyasi partilerin de iki başlık altında toplanabileceğini ifade etti: Bir tarafta siyasi akıbetlerini bu hatları derinleştirmekte arayanlar, diğer tarafta ise bu hatları rehabilite ederek toplumsal birlikteliği güçlendirmek isteyenler bulunuyor. AK Parti’nin ilk dönemlerinde bu hatları onarmayı ve bunlardan kaynaklı bölünmeleri gidermeyi amaçlayan bir siyaset izlediğini söyleyen Davutoğlu, 2015’ten sonraki dönemde ise AK Parti’nin tamamen ters bir yönde ilerlemeye başladığını söyledi.
“12 Eylül bir zihniyettir”
Davutoğlu, Diyarbakır ziyaretini 12 Eylül’e denk getirmenin bilinçli bir tercih olduğunun altını çizdi. 12 Eylül, ülkeyi karanlığa boğmuştu ve Türkiye’de tamamında büyük acılara sebebiyet vermişti. Lakin “insanlık onuruna en büyük darbeler Diyarbakır’da vurulmuştu.” Binaenaleyh “insan olmanın en temel hususlarının yerle bir edildiği, insanların kimliklerinden ve konuştukları dilden dolayı en ağır baskılara maruz kaldıkları ve şimdi zikretmekten bile edep ettiğim muamelelerle karşılaştıkları” karanlık bir günün yıl dönümünde Diyarbakır’da olmanın ve o meş’um darbeye bir kere daha Diyarbakır’dan tepki göstermenin anlamı büyüktü.
“O gün ve o dönemde Diyarbakır’da yaşananları hem telin etmek hem o süreçte hayatını kaybedenlere bir kez daha rahmet dileyip ailelerine taziyede bulunmak hem de Diyarbakır’dan bütün Türkiye’ye bir daha böyle karanlık bir döneme birisi niyet ederse onun karşısında hep beraber dimdik duracağımızın ilanını buradan yapmak istedim.”
Davutoğlu’na göre, 12 Eylül salt bir darbe olarak değerlendirilmezdi, 12 Eylül “bir zihniyet” idi. Aktörler ve partiler değişti ama bu zihniyet kendini bir şekilde sürdürmeyi başarabildi. Darbenin üzerinden 41 yıl geçmesine rağmen, darbenin ürünü olan anayasanın insan haklarını kısıtlayan düzeni hükmünü sürdürmesi, bunun bir kanıtıydı. Davutoğlu, 2017’de AK Parti ve MHP ortaklığıyla yapılan anayasa değişikliğini de bu otoriter zihniyetin devamı olarak nitelendirdi. 2008’de AK Parti’nin kapatılması için açılan davada AK Parti karşıtı cephede yer alanların, bugün Beştepe’de ya danışman ya da iktidar ortağı olarak bulunduklarına dikkat çekti.
“Halen 12 Eylül anayasasının kısıtlayıcı insan haklarına dayanmayan dikte edici otoriter yapısıyla boğuşup duruyoruz ve her bir reform çabası adı altında 12 Eylül anayasasının o otoriter yeni dönüşümlerini yaşıyoruz. Son olarak da Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi denilen ucube sistem de 12 Eylül ruhunda barındıran otoriterliği hepimize dikte etti.”
Zemin ve muhteva
Konuşmasında Kürt meselesine de geniş yer veren Davutoğlu iki kavrama başvurdu: Zemin ve muhteva. Ona göre, bir yarayı sağlatmak için öncelikle özgürlükçü bir zemine ihtiyaç vardır. Türkiye’de bu meyanda yapılması gereken en mühim iş, düşünce özgürlüğünü tahkim etmektir. Öncelikle insanların soruna ve çözüme dair rahat konuşabilecekleri bir iklimi yaratmak gerekir. Çözüm, bu iklimin içinde olgunlaşır. Zemin müsait kılınmadıkça çözüm çabalarının sekteye uğraması kaçınılmazdır.
Muhteva, çözüm için atılacak adımların belirlenmesidir. Kürt meselesi bağlamında muhteva iki yönlü düşünülmelidir: Bir yandan ülkenin genel demokrasi standartlarını yükseltecek, diğer yandan da Kürtlerin yoğunluklu taleplerine odaklanacak bir perspektifle meseleye yaklaşılmalıdır. Kürtlerin taleplerinde ise anadil ve kayyım öne çıkıyor. Davutoğlu, anadilini bir insan hakkı olarak gördüklerini, kayyım uygulamasına ise son vereceklerini belirtti. Vatandaşların seçme ve seçilme haklarının elinden alınmasın kabul edilemeyeceğini ifade eden Davutoğlu’na göre, sandığa yansıyan iradenin gasp edilmesi terörle mücadelenin bir gerekçesi olamazdı. Terörle etkin bir mücadele, ancak demokratik hukuk devleti ilkeleriyle yapılabilirdi.
“Tarihdaş ve soydaş”
Kürt meselesinde geniş bir paragraf da sınır dışındaki Kürtler için açtı Davutoğlu. “Soydaş” kavramının belli bir etnik kimliğe mensup olanlar için değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin akrabası ve yakının tarif eder biçimde kullanılması gerektiğini, kendisinin de bu manada kullandığını belirtti. Dolayısıyla Irak, Suriye ve İran’daki Kürtlerin de Türkiye’nin soydaşı ve tarihdaşı olduğuna işaret etti.
Davutoğlu, kendisinin Dışişleri Bakanı ve Başbakan olduğu dönemde Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkilerin en üst seviye çıktığını, Kürdistanlı yetkililerin sıklıkla Türkiye’ye ziyarette bulunduklarını söyledi. Ancak ayrılmasının ardından bu ilişkilerin zayıfladığını, Erdoğan’ın Kürdistan’a yönelik “Vanaları kapatırız, açlığa mahkum ederiz” minvalindeki ifadelerinin, kendisini bu süreçte en fazla rahatsız eden ifadeler olduğuna değindi.
Ona göre, Türkiye sınır dışındaki Kürtlerle bağını elden geldiğince güçlendirmeliydi. Irak Kürtleriyle bağlantı noktaları artırılmalı ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne destek verilmeli, Suriye Kürtleri de bir örgütün ve yabancı güçlerin insafına terk edilememeliydi. Bu çerçevede partinin Genel Sekreteri Kani Torun’un kısa bir süre önce Kürdistan 24’e yaptığı açıklamayı hatırlamak gerekir.
Tarihsel korkulardan sıyrılmak
Torun, “Suriye’de Iraktaki gibi bir yapının oluşmasının uzun vadede Türkiye’ye zarar değil yarar getireceğini” söylemişti. Torun’a göre, bugün Suriye için dillendirilen korkuların benzeri geçmişte Irak için dillendirilmişti. Ama Irak’ta Kürdistan Bölgesi oluştuktan sonra Türkiye’nin en yakın dostu olmuştu.
“Aynı şeyin ben Rojava için de olacağını düşünüyorum. Yani burada bu tarihsel korkulardan sıyrılıp daha gerçekçi politikalar yürütmek gerektiğini ama düşünüyorum. Ama dediğim gibi bölgede sınırların değişmesini hiç kimse beklemesin, sınırların değişmesi kan ve gözyaşı demektir. Mevcut sınırlar muhafaza edilerek sınırların içinde birtakım demokratik düzenlemelerin yapılması, oradaki halkların kendilerini ifade edebilecekleri, anayasal sınırlar içinde birtakım yapılar kurulması, otonom, federal, kanton her neyse, oradaki bütün toplumun kabul edebileceği bir şekilde olması aslında bölgedeki kanın durmasına da bir vesile olur.”
Hülasa Davutoğlu ve ekibi, içeride Kürtlerin taleplerini Türkiye’nin demokratikleşmesiyle birlikte Kürtlerin taleplerini gözeten ve dışarda da Kürtlerle yakın ilişki kurmayı hedefleyen bir siyasi çizgi kurmaya gayret ediyor.
“Emevi Camii’nde namaz kılacağız”
Davutoğlu, Diyarbakır’da gözden kaçmaması gereken önemli bir çıkış da yaptı: 2005’ten itibaren Kürt meselesini çözmeye odaklanan girişimlerden gerekli dersler çıkarılarak yeni bir inisiyatif alınmasının zamanı olduğunu söyledi. Kendisinin çözüm sürecinden çıkarttığı en önemli dersin “kamu düzeninin korunmasının hayati önemi” olduğunu belirtti. Ona göre, kamusal düzene saygı duymayan ve onu tahrip etmeye yeltenen hiçbir teşebbüsten hayırlı bir netice çıkmazdı; bu itibarla bundan sonraki süreçte çözümü gaye edinen her hamlenin mutlaka kamu düzenini esas alması mecburiyeti vardı.
Davutoğlu’nun Kürt seçmene hususi bir ehemmiyet atfettiği belli; sıklıkla bölgeye geliyor. Diyarbakır’daki konuşmasında bölgede gitmediği ilçe, gezmediği köy ve mezra kalmayacağını, herkesle doğrudan konuşacağını anlattı.
Gerekli bir çaba bu; zira sokağın bir kısmında ona ilişkin, yanlış bilgiler de içeren, menfi bir algının olduğu su götürmez. Mesela, vatandaşların bir bölümü hala kayyım uygulamasının onun döneminde başladığını, Demirtaş’ın onun Başbakanlığı sırasında tutuklandığını, “Emevi Camii’nde namaz kılacağız “ sözünün ona ait olduğunu veya parti içinde kendisine oyun kuranlara dönük olarak sarf ettiği “Konuşursam yer yerinden oynar” ifadesinin hendek olaylarıyla alakalı sarf edildiğini düşünüyor.
Gerek sokakta halka birebir temaslarında gerek salon toplantılarda halen bu sorulara muhatap oluyor. Nitekim izlediğim toplantıda da ona bu yönde sorular geldi ve o da her seferinde olduğu gibi yine kendisini ve pozisyonunu ayrıntılı bir biçimde açıklamak durum da kaldı.
Velhasıl kırılması zor bir çember bu ama Davutoğlu’nun motivasyonu yerinde; dolayısıyla onun yolu buralara daha çok düşecek gibi görünüyor…