Tarih: 02.04.2023 13:17

Darbenin çirkin yüzü ve bir İstanbul valisinin hazin ölümü

Facebook Twitter Linked-in

Biyografiyle ilgili olup da kütüphanemde yer alan kitapların arasında İstanbul valilerini anlatan eserler de bulunuyor. Mesela bunlardan biri “Meşhur Valiler” adını taşıyor, diğeri ise “İz Bırakan Mülki İdare Âmirleri” adıyla neşredilmiş.

Bunların ikisinde de hem Osmanlı devri hem Cumhuriyet dönemi idarecileri hakkında bilgi veriliyor. Türkçeleri bozuk olduğu için ne yazık ki ikisi de zevkle okunamıyor. Ayrıca ufak tefek bilgi yanlışlarına da yer veriliyor.

Mesela meşhur Osmanlı devlet adamlarından olup Bursa’da da valilik yapan Ahmet Vefik Paşa anlatılırken Yahya Kemal Beyatlı onun hakkında “Hezar gıpta o devr-i kadim Efendisine / Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine” beytini söylemiştir, deniliyor. Halbuki bu beyit merhum İbnülemin Mahmud Kemal Bey’le ilgilidir, birinci mısra Yahya Kemal’e, ikinci mısra ise Süleyman Nazif’e aittir. Ahmet Vefik Paşa’yla hiçbir alakası yoktur.

Şimdi asıl konumuza gelelim.

Yukarıda da belirtildiği üzere, “Meşhur Valiler” isimli 628 sayfalık bu eserde Osmanlı valilerinin de, Cumhuriyet devri valilerinin de hayat hikâyelerine yer veriliyor. Kitabın sayfalarını çevirirken eski İstanbul valilerinden Lütfü Kırdar’ın adını görünce merakla okudum. Ama gördüm ki, biyografisi klasik cümlelerle ve kuru bir üslupla anlatıldığı halde Yassıada Mahkemesi’ndeki hazin ölümünden ve cenaze merasiminde meydana gelen tatsız olaylardan hiç söz edilmiyor. Halbuki başka kaynaklarda konuyla ilgili bilgiler de dile getiriliyor. Merhumun hizmet yıllarına ait birkaç cümle kaydettikten sonra, darbeci zihniyetin merhametsizliğine ve despotluğuna da işaret eden bir iki nakilde bulunayım.

1888 yılında Kerkük’te dünyaya gelen Lütfü Kırdar 1913’de İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. Göz hastalıkları doktoru olarak çeşitli şehirlerde görev yaptı. Kızılay Başkanlığı’na getirildi. Kütahya milletvekilliğinden Cumhuriyet Halk Partisi Balıkesir Vilayet Başkanlığı’ndan sonra Manisa Valiliği’ne tayin edildi ve burada iki yıl vazife yaptı. Manisa’daki başarılarından dolayı İstanbul Valiliği’ne getirildi. Tam on bir yıl İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olarak bu tarihi şehre büyük hizmette bulundu.

Boğaz sahil yolunun ihyası, Spor Sergi Sarayı’nın, Eminönü Meydanı’nın açılması, Mithat Paşa Stadyumu’nun inşası, Üsküdar – Beykoz yolunun açılması, Taksim Gezisi gibi hizmetler hep onun gayretiyle gerçekleşti. En önemli icraatlarından biri de İstanbul’a tam üç yüz okul kazandırmış olmasıdır. Manisa’daki bu gibi başarılarından dolayı bir caddeye “Lütfü Kırdar Caddesi” adı verildi. Birinci Dünya Savaşı’ndaki üstün hizmetlerinin karşılığı olarak İstiklal Madalyası’yla ödüllendirildi.

1949 ara seçimlerinde Manisa’dan CHP adayı olarak seçime girdi ve bu ilden milletvekili seçildi. 1950’de Manisa’da o zamanki ekseriyet sistemine göre Demokrat Parti seçimi aldığından Kırdar açıkta kaldı. 1954’de bizzat Menderes’in ısrarı ile Demokrat Parti listesinden, fakat bağımsız olarak İstanbul’dan seçime girdi ve kazandı. Bir süre sonra Sağlık Bakanı oldu ve DP’ye girdi.

Son Havadis gazetesinin yazarlarından Tekin Erer “Hayatımdan Esintiler” isimli kitabında ondan bahseden yazısının bir yerinde, “Bu muhterem insanın ölümü yürekler acısıdır. Onun vefatını anlatırken insanın utancından yüzü kızarır ve tüyleri ürperir. İnsanlara yapılan zulümler meyanında acı bir örnektir” diyor.

Zulüm sahnesi şöyle açılıyor:

Lütfü Kırdar, Yassıada Cezaevi’nde hastalanmıştı. 17 Şubat 1961 Cuma günü, Anayasa’yı ihlalden soruşturması yapılacaktı. Bundan dolayı mahkemeye çıkmamak için müracaatta bulundu, ancak müracaatı kabul edilmedi. Son derece bitkin bir halde mahkeme huzuruna çıktı. Mahkeme başkanı Salim Başol’a şöyle dedi: “Belli olmaz, bu mikrofona belki bir daha gelemem. Çok rahatsızım, ayakta duracak halim yok. Bildiklerimi söylemeye gayret edeceğim.”

Salim Başol, hiç oralı olmuyor ve soru üstüne soru yöneltmeye devam ediyor. Kırdar, cevap verirken âni bir fenalık geçiriyor ve “Reis Bey, çok fenayım müsaadenizle oturayım” diyerek yanındaki sandalyeye oturuyor. Oturmasıyla beraber yere yuvarlanması bir oluyor. Hayrettin Erkmen, Fatin Rüştü Zorlu gibi milletvekili arkadaşları hemen yanına koşuyorlar. Fatin Rüştü Zorlu, “Doktor, doktor!” diye bağırıyor. İki asker doktor geliyor ama heyhat, Lütfü Kırdar artık nefes almıyor. Hemen bir sedye getiriliyor ve merhumun cesedi mahkeme salonundan çıkarılıyor. Başkan Salim Başol, celseye on dakika ara veriyor. Sonra hiçbir şey olmamış gibi Anayasa’yı ihlal davası devam ediyor.

Eski İstanbul Valisi Lütfü Kırdar için 19 Şubat 1961 Pazar günü Şişli Camii’nde cenaze namazı kılınıyor. Cenaze büyük bir kalabalık tarafından omuzlarda taşınarak, Zincirlikuyu Mezarlığı’na götürülüyor. Cenaze defnedilirken tekbir seslerinin fazla olduğu ve dinin politikaya alet edildiği ileri sürülerek kalabalığın dağılması için emir veriliyor. Darbecilerin valisi General Refik Tulga da üniformalı olarak orada bulunuyordu. Sert bir sesle cenaze sahibinin kim olduğunu soruyor. Kırdar’ın büyük oğlu Erdem, kendisini gösterince yine sert bir ifade ile arabasına çağırıyor. Halk, Erdem’in tutuklandığını zannederek, “O, bir şey yapmadı. Onun ne kusuru var? Onu nereye götürüyorsunuz?” diye bağırmaya başlıyor. Erdem’in gitmemesi için biri onun eteğinden çekince, Tulga, eteğini çekene bir tokat atıyor ve Kırdar’ın oğlunu arabasına alarak oradan uzaklaşıyor. Cemaat sessizce dağılıyor ama ertesi günü cenazede bulunanlardan 23 kişi tutuklanıyor. Tutuklananlar arasında Belediye Baş İmamı Nusret Yeşilçay da vardı. Merhum Tekin Erer, 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin zulümlerinden birini işte böyle anlatıyor.

Daha bitmedi. Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ve Demokratik Parti’nin kurucusu merhum Ferruh Bozbeyli de hatıralarında, Yassıada duruşmalarındaki komik sahneleri anlatırken bu çirkin manzaradan da söz ediyor. Kısmen olsun, nakledelim:

Yassıada’da ifade verirken vefat eden Vali Lütfü Kırdar, daha sonra Demokrat Parti’nin Sağlık Bakanı olarak görev yapmıştı. Demokrat Parti mensuplarının korkunç akıbetine çok üzülen büyük bir kalabalık cenazeye katılmıştı. İşte bu cenaze töreninden bir “mezarcılar dâvâsı” çıkarıyorlar. Aynı zamanda avukat olan Bozbeyli, bu mezarcılar dâvâsına baktığı için çirkin gelişmelere yakından şahit oluyor. Temmuz sıcağı salonu kasıp kavuruyor. Sanıklar arkalıksız kanepelerde oturuyorlar. İçerideki 75 kişi Lütfü Kırdar’ın cenazesinde tekbir getirmekle ve valinin arabasını taşlamakla suçlanıyor.

Hakimler, herkese bu tekbir ve taşlama konusunu soruyorlar. Herkes ya getirdim ya getirmedim; taşladım yahut taşlamadım, diyor. Bu sırada söz sırası bir adama geliyor. Bu şahıs esmer, traşsız, kötü giyimli bir kimsedir. Şöyle ifade veriyor:

-Hâkim Bey, ben dinden, diyanetten hiçbir şey anlamam. Ben hamalım hamal. Oğlum gazeteleri okur. Böyle büyük adamların cenazesi var diye bir şey görürse bana haber verir. Ben de oraya gidip çelenk taşırım. Buraya da çelenk taşımak için geldim. Tekbir mekbir bilmem. Beni yakalayıp buraya getirdiler!..

İşte darbenin çirkin yüzü ve değerli bir devlet adamının hazin ölümü, iç karartan görüntüleriyle böyle kayıtlara geçti.

Allah’ın rahmeti merhumun üzerine olsun.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —