Ergun Özbudun'la Hukuk Fakültesi'nin hamiliğinde kurulan Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nin Anayasa ve İnsan Hakları Hukuku kürsüsüne asistan olarak atandığım 1968 yılında tanıştım. (Dile kolay, 52 sene olmuş!..) Doğu Perinçek o sıra Hukuk Fakültesi'nde Dr. asistan (bugün inanılır gibi değil ama) benim de yakın bir arkadaşımdı. Beni o sıralar pek "devrimci" eğilimleri olan Esen ile tanıştırmış, o da beni Eğitim Fakültesi'ndeki kürsüsüne asistan almıştı. "Ergun abi" o günlerde henüz doçentti.
Prof. Dr. Ergun Özbudun'un eserleriyle tanışmam ise Stockholm Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü'nde doktora yaptığım 1970'lerde oldu. Doktora tezimde İsveç'teki Türkiyeli göçmenlerin politik kültürünün tanımlanmasında, onun Social Change and Political Participation in Turkey / Türkiye'de Toplumsal Değişme ve Siyasal Katılım (Princeton University Press, 1976) adlı kitabından geniş ölçüde yararlandım.
Yurda dönüp Cumhuriyet gazetesinde yazmaya başladığım 1982 yılından sonra Özbudun ile dostluğumuz ve siyasi görüşlerimiz giderek yakınlaştı. Onun, sadece birinci sınıf bir entellektüel değil, Türkiye'de siyasetin anlaşılmasına eşsiz katkısı olan siyaset bilimci olduğuna dair kanım giderek pekişti. Birikim dergisinin Haziran - Temmuz 2020 sayısında yayımlanan "Popülizmin yükselişi ve demokrasinin küresel krizi" başlıklı makalesi bugün gerek dünyada gerekse yurtta yaşanan siyasi bunalıma ışık tutması açısından fevkalade dikkate değer.
Hatırlayalım: 21. yüzyılın ilk yıllarına gelinceye kadar Samuel Huntington'un ifadesiyle demokrasinin üçüncü yayılma dalgası yaşanıyordu. Liberal demokrasiye inananlara büyük bir iyimserlik egemendi; az veya çok demokratik rejimler giderek yayılıyor ve pekişiyor gibi görünüyordu. Ne var ki yüzyılın ilk onyılı geride kalırken görünüm tersine döndü; demokrasi birçok ülkede gerilemeye başladı. Daha önceki gerileme dönemlerinde demokratik rejimler askeri darbelerle yıkılırken bu defa seçimle gelip otoriterleşen iktidarların kurbanı oluyordu.
Özbudun, bu gerçeği şöyle ifade ediyor: "Günümüzde demokratik rejimlerin otoriterizme kaymaları ya da bu rejimlere son verilmesi, geçmiş dönemlerdeki gibi askeri darbeler yoluyla değil, halk desteği ile iktidara gelmiş olan popülist rejimler tarafından gerçekleştirilmektedir. Üstelik bu olgunun, dünyanın çok farklı bölgelerinde yer alan ve birbirlerinden çok farklı tarihsel gelişim süreçlerini, sosyolojik yapılara ve siyasal kültürlere sahip Hindistan, Türkiye, Macaristan, ve Venezuela gibi ülkelerde gözlemleniyor..."
Popülist iktidarlar siyasi rakiplerini meşru görmüyor; seçim yarışını eşitsiz kılmak amacıyla devletin mali kaynaklarını, medyayı ve yargıyı denetimi altına alıyor; devleti ele geçirdikleri gibi, sivil toplumu baskı altına alıyor; gırtlağa kadar yolsuzluğa bulanıyor; tüm bunları halkı sadece kendilerinin temsil ettiği iddiasıyla haklı göstermeye çalışıyor.
Bugüne kadar liberal, yani temel hak ve özgürlüklerine saygılı ve aynı zamanda demokratik, yani çoğunluğun oyuna dayalı rejimlere yönelik iki temel tehdit varoldu. Geride kalan dönemde esas tehdit çoğunluk yönetimini reddeden, elitist, seçkinci, darbeci tehditti. 21. yüzyılda ise esas olan popülist, yani temel hak ve özgürlüklere düşman olan tehdit. Popülistler prensipte iktidarların seçimle belirlenmesine değil, bireylerin temel hak ve özgürlüklerine karşı çıkıyor; bunları halkın gerçek iktidarına engelleyen ayrıcalıklar olarak görüyor. Bu anlayışı bugüne kadar belki en iyi ifade eden, ülkesinin "liberal olmayan" bir demokrasi olmasıyla övünen, Avrupa'da "liberal saçmalıkların sona erdiğini" söyleyen Macaristan Başbakanı Viktor Orban oldu. ABD'nin popülist başkanı Donald Trump da, seçimi kaybederse iktidarı devredip devretmeyeceğine dair sorulara muğlak cevaplar vererek, popülistlerin gerçekte demokrasiye, çoğunluk yönetimine ne denli saygılı oldukları konusunun da hayli tartışmalı olduğuna işaret ediyor.
Peki popülizmi doğuran temel etkenler neler? Özbudun'un işaret ettiği etkenler şöyle özetlenebilir: Ekonomide liberal politikaların sosyal devleti zayıflatması sonucu artan eşitsizliklerin ve durgunluğun genç kuşaklar arasında gelecek hakkında güvensizliğe yol açması, hak ve özgürlüklere duyulan saygıyı azaltması. Bu durumun sorumlusu olarak temsili, temel haklarla sınırlı demokrasi kurumlarının görülmesi ve çare olarak güçlü karizmatik liderlere itibar edilmesi.
Başka bir önemli etken de değişen uluslararası ortam. Üçüncü dalganın yayıldığı yıllarda demokratik ülkelerin önceliklerinden biri, demokrasinin dünya ölçeğinde yayılmasını ve geliştirilmesini teşvikti. Günümüzde durum tersine dönmüş bulunuyor. Trump önderliğindeki ABD demokrasi liderliği rolünü terkettiği gibi Avrupalı demokrasiler de iç sorunlarına öncelik verme eğilimine girdi. Rusya ve Çin gibi otoriter rejimler dünya siyasetinde daha etkin bir rol oynamaya başladılar; özellikle Çin yüksek kalkınma hızıyla gelişmekte olan ülkeler için bir cazibe merkezi niteliğini kazandı. Sosyal medyanın yaygınlaşması, başlangıçta demokrasiyi güçlendirecek bir etken olarak görülürken, şimdilerde iç siyasette kutuplaşma ve sertleşmeye, gerçeklerin çarpıtılmasına hizmet eder hale geldiği görülmekte.
Demokrasileri nasıl bir gelecek bekliyor? Bu konuda hem iyimser, hem de karamsar senaryolar mevcut. İyimserler demokrasilerin popülist otoriterliğe direneceklerine ve giderek mücadeleyi kazanacaklarına inanıyor. Zira popülist rejimlerin çeşitli hizmetlerle sağladığı halk desteğini sürdürme imkânları kısıtlı. Karamsarlara göre ise popülist otoriter rejimlerin sermaye, medya ve yargı üzerinde kurdukları hâkimiyet demokratik dönüşümleri çok güç bir hâle getirmekte. Bu hâkimiyetin yıkılması için yegâne çare olan, demokratik güçbirliğinin önündeki engeller de azımsanacak gibi değil.
Özbudun'un en yetkin kaynaklara dayanarak yaptığı bu son derece öğretici analizin ve popülizmle ilgili kendi deneyimlerimizin bana düşündürdüklerine gelince: Türkiye'de aralarında benim de olduğum kuşağın mensupları, bir süre eşitlik, sosyal adalet ideali peşinde koşarken, otoriter - totaliter rejimleri buna çare olarak görecek kadar burnunun ucunu göremez, kör olabildi. Siyasi hak ve özgürlükler güven altında olmadan sosyal adaletin de başarılamayacağı gerçeğine uyandığımızda ise, Türkiye'de özgürlükçü demokrasinin önündeki temel sorunun elitizm, seçkincilik, darbecilik, askerî vesayet kavramlarıyla andığımız sorun olduğu fikrine sarıldık. Bu sarılma bize popülizmin, yani demokrasiyi iktidarın seçimle belirlenmesinden ibaret gören anlayışın, temel hak ve özgürlüklere ne denli büyük bir tehdit olabileceğini görmemize engel oldu.
Kısacası, benim kuşağım (o da ancak bazı mensuplarıyla) elitizme karşı mücadele verirken popülizmin ağına düştü; elitizm kadar popülizmin de özgürlükçü demokrasinin düşmanı olduğunu ancak yaşayarak kavrayabildi. Umarım genç kuşaklar bizim tecrübelerimizden de yararlanarak bu gerçeği daha çabuk ve kolay kavrayabilir.
P24 Blog