Güvenlikçi, yasakları artırıcı, meşru siyaseti kriminalize edici söylemler; süreci torba yasalar, anayasaya aykırı uygulamalar ve başkanlık sisteminin getirdiği yetkilerin bile aşımını beraberinde getiren uygulamalarla yürütme gayretleri, esneme kabiliyeti elinden alınan sisteme, hukuka, sosyolojiye ve ekonomiye ciddi zararlar vermekte, içine girilen girdap tüm bu alanları içine çekmektedir.
Gezi sürecinden bu yana siyasetin aldığı en önemli hasar, iktidarın yapmak zorunda kaldığı “hatalar” olarak işaretlenebilir. Aklında bile yokken yapılmak zorunda kalanlar, yaptırmaya çalışanların tecrübeleriyle de ilintili bir durum.
“Kırk defa deli dersen…” deyişi de bize aslında bu durumu yansıtır. Aklınızın ucundan bile geçmeyen, imar ve inşa etmek istediğiniz etapların hiçbiriyle uyuşmayan şeyler yapmaya başlamak. Önce “başlamak”, sonra engel olmaya çalışanlarla “yolları ayırmak”, bilahare “alışmak”, alıştıkça “kemikleşmek” ve bilahare ak-kara ikileminde tercihini yanlış yerde kullananları karşı tarafta konumlananlar olarak kodlayıp ihanetle suçlamak. Havuz problemi değil, tarihin sürekli hatırlattığı, siyaseti ve toplumu bedeller ödemeye, ağır faturalarla yüzleşmeye maruz bırakan, rehabilitasyonu da ciddi maliyetler içeren bir fiili durum.
Türkiye’nin yaklaşık son 7-8 yılı “hatalar yaptırma”nın izleği olarak gelişti. “Düşman” her püskürtüldüğünde biraz daha yaklaşmakta, fiziki olmaktan ziyade metodolojisiyle savaştığı gücü sarmalamaktaydı. Fiziki “düşman” flulaştıkça, muhatabının “değişen kendisi”yle hesaplaşmaya başladığı bir süreçti bu. Değişime direnenleri de saf dışı bırakmayı zorunlu bir ideal, bir mit haline getiren bir süreç. Belli bir eşikten sonra artık “düşman”a da ihtiyaç bırakmayan, onun arzuladığı çıtayı yakalayan muhatabının tüm boşlukları doldurduğu bir vasat.
Hedefiniz hukuk devleti, demokratik kültürün gelişimi, güvenlik-özgürlük dengesinin sağlıklı kurulduğu bir siyasi zemin ve sorunları bu temeller üzerinde çözülmüş bir toplumsal yapı iken bu “hatalar yaptırma zinciri” size “iktidarda kalamazsan bunların hiçbirini yapamazsın” diye fısıldar öncelikle. Artık bunlardan da öncelikli husus her ne pahasına olursa iktidarda kalmaktır. Bunun için öncelikle mutlak iktidara/güce sahip olmak gerek. Hukuk-ortak akıl-istişare-gücün paylaşılması denerek idealize edilen zorlu etaplar bunun önünde engel olarak görülür. Şeffaflık, denetim ve benzerleri ilkelerin gözetilme teklifi, gücün yoğunlaşmasını sağlayan mekanizmaların fesada uğratılması anlamına gelmektedir. Önce konsolidasyon amaçlı kimlikçi siyasete ram olunurken, bilahare “kimlik” bu iktidarın korunmasına vesile olan “her şey” anlamına gelir. Tabii “dava” da. “Savaş hiledir” ve yola ancak bunu böyle kabul edecek olanlarla devam edilir.
Siyaset bu süreci MİT Krizi’nde de, Gezi’de de, 17-25 Aralık’ta da, Çözüm süreci fesada uğratıldığında da, 15 Temmuz ve sonrasında da yaşadı. Yukarıdaki tabloya uygun tercihler bugünleri inşa etti.
“Hatalar”a ancak dirayetli kadrolar ve bunlarla zenginleşmiş mekanizmalarla karşı durabilirsiniz. “Hatalar yaptırma” karşısında dirayetle durabilecek kadrolar ise kolay yetişmez, mekanizmalar kolay inşa olmaz. Gerek insanlık tecrübesine, gerekse kadim geleneğimize vukufiyet içeren bir tarihi sosyo-politik birikim olmaz, hukuk-yargı alanı da bu birikimle beslenmez ise bu süreçleri doğru bir istikamette yönetmek neredeyse imkansız hale gelir. Bir tarafta iktidarı elden kaçırmama adına gücü yoğunlaştırmak zorunda hissettiren yozlaşma iklimi koyulaşırken, diğer tarafta her yaptığına -evrensel normlara rağmen- meşruiyet kılıfı arayan bir hikmeti-i hükümet siyaseti her tarafı kaplar, kendisini dayatır.
İktidar mahfilleri için öncelikli olan artık muktedir pozisyonun korunmasıdır. Artık topluma daha iyiyi vadeden hukuki, sosyal, ekonomik ve siyasal süreçlerin değil gücü pekiştiren adımların takipçisi olunur. Sadece hukuka ve ortak akla değil, muktedirliği yitirtme potansiyeli taşıyan her türlü siyasi-sosyal sürece ve kesime karşıt bir konum alınır.
Gerek 15 Temmuz öncesi siyasi alanda yaşanan türbülanslar, gerekse 15 Temmuz’un ardından alınan siyasi kararlar ve OHAL süreciyle birlikte zemin genişleten bu otoriter iklimin inşaa sürecine şahitlik ettik.
“Beka” söylemi, FETÖ ile mücadelede sorunlu siyasi kriterlerin yargı kararlarına yaptığı olumsuz etkiler ve KHK’larla gelen mağduriyetler mezkur sürecin başat konuları oldu.
Böylelikle, sadece yolsuzlukla mücadeleyi sağlayacak yasal düzenlemeler, siyasetin finansmanını şeffaflaştıracak siyasi partiler ve siyasi etik yasası, rant meselesine kökten çözüm içeren imar yasası gibi kanunlaştırma gayretlerine engel oluşturarak değil, aynı zamanda gerek nepotik ilişkileri, gerekse eski düzen güçleriyle hizalanmayı da metazori olarak beraberinde getiren mekanizmalar oluşur. Bir tarafta böyle bir işbirliği, diğer tarafta medyadan sivil topluma kadar ‘ama’sız bir gönüllü itaat zinciri oluşturma kısır döngüsüne hapsolunur. Geriye kalan da bu itaat zincirinin her türlü muhafazakar ve kriminalize edici bir tarz ve retorikle vülgarizasyona tabi tutulması, topluma yayılıp yaygınlaştırılmasıdır.
Özellikle 16 Nisan referandumu öncesi çıtası yükseltilen kutuplaştırma ve konsolidasyon hedefli politik söylemler, kesintisiz kriminalizasyon siyasetine evriliyordu. Zaman zaman alevlendirilen darbe tartışmaları toplumun bekasını mevcut iktidarla bir görmesini pekiştirirken, aynı toplumu, gerçekleri sorgulama noktasında zehirleyen bir işlev de görmekteydi. Belediyelere OHAL dönemi devam ediyormuşçasına kayyım atanması terörle, yardım toplayan belediyeleri “paralel hükümet” kurma çabalarıyla ilişkilendirip haklarında dava açmak ve linç kültürünün de tolere edilmesini, normalleştirilmesini beraberinde getiren trol zemininin genişle(til)mesi özellikle görünür kılınıyordu. Trol şahsiyetlerin çektiği videolar ya da katıldıkları programlarda yaptıkları çılgınca teklifler ve “düşmanın çocuğu, kadını..” diyerek gösterdikleri hedefler, tepkilere rağmen yenileriyle tazelenerek bir siyaset tarzı haline gelmesine yol veriliyordu.
Tavuk-yumurta hikayesinde olduğu gibi merkezinde siyasetin olduğu, siyasetten beslenmekle birlikte ona da münbit zemin oluşturan bir vasattır bu. “Hatalar yaptıran”ın zaman içinde öğrettiği, bellettiği taktikler, metodolojiler, her “savaşan” için meşruiyet oluşturucu umdelerdir bunlar. Otoriterliği onca zorlu süreçlerin ardından inşa ettikten sonra esas zorlu olan onu korumak ve istikrarlı hale getirmektir. En zorlu etap da burada başlar. Onu korumak, ilkeleri “gerçekler” diye adlandırdığınız kendi “yeni durumlarınız”a feda etmenin ötesinde, konsolide edilen kesimlerin yozlaşmaları makul görücü bir çürümeye itilmesi, “ihanet” ve “terör” terimleriyle pekiştirilen retoriğe taraftar kılınmasını sağlama alan bir süreçtir bu.
“Darbe Korkusu”nu Araçsallaştırma Siyaseti
Darbe iması içerdiğine yönelik olarak muhalefet cephesinden sadır olan bazı repliklerin ‘yanlış anlaşılma’, ‘dil sürçmesi’, ‘farklı kasıt’, ‘abartı’, ‘şuuraltı’, şeklinde adlandırılması, hata veya sözün şehveti olarak görülmesi mümkün; peki bunca tozun dumana katılması normal mi? Sorun da zaten bu. Darbelerle yatıp kalkmış bir ülke ve toplumda darbe söylentilerine karşı teyakkuz hali oluşması normal. Ama fırsat bu fırsat bizatihi bir teyakkuz hali oluşsun için bir çabanın içine girmek normal değil. Tartışmaların bu sarkaçta ilerlemesini normalleştiren de zaten kriminalizasyondan ve konsolidasyondan beslenen otoriter iklim.
Öyle ya. İki siyasetçinin konuşması, bir yazarın makalesi midir gerçekten darbe tartışmalarını alevlendiren, yoksa bu tartışmaların doğurduğu fırsatlara olan ihtiyaç mı? Nitekim iktidar mahfillerinin de bu tartışmalarla doğru orantılı bir kriz yönetimi içinde olmadıkları açıktı. Eğer ortada bir darbe tehdidi var ise, ilk gözlerin çevrileceği kurumdan ya da ilgili bakanlıktan, dahası devletin en tepesinden hem konuyla ilgili açıklama hem de toplumu teskin edici, vaziyete hakim olunduğunun izharını içeren bir beyan gelmeli değil miydi? Bu yapılmadığı gibi, toplum içinden yükselen tepkilere ilişkin de bir ayar ve çeki düzen verme gayreti içinde olunmadı. Dolayısıyla toplum bu tartışmaların içinde taraf olmaya zorlandı ve darbe ihtimaline dönük kışkırtılan korkularını da hiçbir psiko-politik yardım almadan aşmaya icbar edildi.
Otoriter siyaset, yatay-toplumsal anlamda “savaş dili”nin kullanılmasını tolere ettiğini her gelişmede belli edip trolleri cesaretlendirirken, listeler hazırlayıp çekmecede bekletenlerin bunları kanlı canlı yayınlarda dile getirmesine şaşmamak gerek. Bunların sadece münferit örnekler olarak kalmayıp zihniyet örtüşmesinin ana akım medyanın köşelerine de yansıması bunun ispatıdır. Benzerini belediyelere kayyım atamalarına getirilen eleştirilere cevaben yazılan bazı köşe yazılarında görmüştük ki, bunlar arasında “seçilmiş belediye başkanlığının demokrasinin putlaştırılması olduğu, şehirleri atanmış valilerin yönetmesinin terörle mücadelede de etkin bir yöntem olacağı” teklifleri de vardı.
Sokağa çıkma yasağı esnasında “Dur” emrine uymayan genci göğsünden vuran ya da zırhlı araçtan fırlayıp elinde silahla çocukları kovalayan memurların tavırlarını münbit kılan bir ortamın mevcudiyetinin vakayı adiye halini almış olmasını da aynı otoriterliğin geliştirdiği disiplinsizlik ve nitelik bozumu olarak değerlendirmek mümkündür.
Müptezellik ve lümpenleşmenin bu çeşidinin hem siyasete hem de topluma ciddi zararlar verdiği açık. Lakin iktidara ve en yetkili makamlara yaranma kültüründen beslenen bu tutumun toplumun bir kısmını korkulara ittiği, sermaye ve ekonomiyi ürkütüp doğru davranmaktan alıkoyduğunu kavratmaya çalışmanın da beyhude bir çaba olduğunu inatla belleklere kazınmaya da devam edilmekte.
Çelişkileri Örtme İhtiyacı Duymamak
Otoriter siyasetin bir tavrı da, konsolidasyon siyasetini yeterli gördüğünden olsa gerek paradoksal durumları tutarlı bir izaha tabi tutmayı da çok gerekli görmemektir. Mesela muhalif belediyelerin yardım toplama iznine valilik onayı bahane edilerek set çekilirken, aynı süreçte iktidar belediyeleri faaliyetlerini sürdürebilmekte, bu açık tenakuz “düşmanlaştırma simülasyonu” sayesinde olsa gerek açıklamaya muhtaç görülmemektedir. İktidara verdiği zarar da hesaba kitaba vurulmamaktadır. Bunun da baş sebebi, bu sıkıntı birileri tarafından farkedilse bile, en üst mercinin yukarıdan aşağıya direktifleriyle yönetilen bir ülkede, uyarıların fayda sağlamayacağı ezber düşüncesi olsa gerek.
Aynı çelişkileri, rakip muhalif partilerin bazı bölgelerde gerçekleştirdikleri maske dağıtma faaliyetlerinin engellenip soruşturmaya maruz bırakılmaları; infaz yasasının anayasa mahkemesinde dönüşünü beraberinde getirebilecek “eşitsizlik” ve “ayrımcılık yasağı”na aykırı çelişkilere sahip olması örneklerinde de gözlemlemek mümkündür.
Aynı şekilde ekonomi alanında sürgit devam eden “üst aklın operasyonları” söylemleriyle mali ve finansal konulardaki zaafları örtme çabaları da çelişkileri gözlerden kaçırma ihtiyacı duymamaya örnek olarak verilebilir. Swap piyasalarında imkan kovalar, ABD Merkez Bankasından para almaya çaba sarfederken, İMF’yi dışlayan açıklamalar yapmanın da tutarlılıktan uzak olması örneğinde olduğu gibi. Bir yanda Londra piyasasını üst aklın hizmetinde gösterip diğer yandan aynı piyasada imkan kovalamak erbabı açısından somut olarak görülmekle birlikte, halk nezdinde karşılık bulmadığı sanısı ve rahatlığı içinde davranılmaktadır.
Toplumu İfsad, Muhalefeti Sindirmeyle Normalleşme Sağlanabilir mi?
Öncelikli soru bu normalleşmenin gerçekten istenip istenmediğiyle alakalı. Hatta öylesine ki, bu arzu toplumun aklı selim kesimlerinde bir niyaz olarak dile getirilse de iktidar ya da muhalefet cenahlarında hakiki manada arzulanıp arzulanmadığına ilişkin istifhamları içermektedir. Mesela “FETÖ ile mücadele konsepti içinde yapılan hatalar sonucu üretilen onbinlerce mağdurla hukuki normlar çerçevesinde bir helalleşme siyaseti üretilebilecek mi?” sorusu, sadece iktidar için değil, bu alanda siyasetsizliğin konformizmine ram olmuş ana muhalefet açısından da retorik üretmenin dışında bir anlam ifade eder gibi gözükmemektedir. Lakin toplumsal barışa dönük bu ayak sürüme hali, bu yazının içeriğinde yer alan diğer konularda olduğu gibi bu alanda da toplumun sağlıklı düşünmesini ve hüküm vermesini engelleyen bir ifsad iklimi oluşturmaktadır. Bu da toplumun sağlıklı kararlar almasını engelleyen vasatı otoriterlik lehine beslemektedir.
Cumhur ittifakının küçük ortağının siyasi partiler, seçim kanunu, meclis iç tüzüğü, milletvekili dokunulmazlığı, siyasi etik kanunu, meslek kuruluşlarıyla ilgili değişim talebinin yeni kurulan partilerin aleyhine bir adım olarak speküle edilmesi de; RTÜK başkanının ana haber bültenlerinin sunum içeriklerine müdahaleyi, kanuna atfen “iyi yorum-kötü yorum” kalıplarıyla değerlendirip keyfiliğe kurban edilebilecekleri imasında bulunması da aslında puzzle’ı tamamlayan parçalar olarak görülebilir. Aynı RTÜK başkanının canlı yayında “ellişer ellişer götürülecek olanlar listesi” ilan edenlere ilişkin “darbeyi övenlerin karşısında söylenenleri cezalandırmak gibi bir pozisyonda değiliz, çok büyütülecek bir konu değil” açıklamasındaki rahatlık, sosyal medya baskılarının ardından malum TV kanalına üç kez program durdurma yasağı getirilmesiyle bozulmuş olsa da, gelişmelerin ‘yaptırmama, engelleme, yasaklama, maç oynanırken kural değiştirme, muktedirliği zedeleyecek muhtemel gelişmelerin önüne şimdiden set çekme’ hesapları üzerinden yürüdüğü gerçeğine halel getirmiyordu bu durum. Son örneğini de Bahçeli’nin Gelecek Partisi içindeki 25 kadar kişinin PKK ile ilişkili olduğu açıklamaları göstermiş oldu.
HDP’li belediyelere, bir mahkeme kararına yaslanmadan “terörle iltisak” bahanesiyle kayyım atanmasının milyonlarca seçmene haksızlık olması ve adaletsizlik hissinin yaygınlaştırması bir yana, seçimli sistemin meşruiyetini sorgulatan bir çerçeveyi haizdir. Üstelik süresi tamamlanmış olan OHAL yasalarına dayanması da, belediye meclisinin içinden bir adayın seçilmesi ya da seçim yenilenmesi şeklindeki demokratik çözümlerin de bypass edilebilmesini beraberinde getirmiştir. Geniş kamuoyu tarafından demokratik meşruiyet yanında terörle mücadeleye de zarar verildiği eleştirilerine rağmen, İktidara göre güvenlikçi “terörle mücadele” konseptinin bir uzantısı olarak görülmeye devam edilmektedir.
Sonuçta tüm bu sözde güvenlikçi, yasakları artırıcı, meşru siyaseti kriminalize edici söylemler; süreci torba yasalar, anayasaya aykırı uygulamalar ve başkanlık sisteminin getirdiği yetkilerin bile aşımını beraberinde getiren uygulamalarla yürütme gayretleri, esneme kabiliyeti elinden alınan sisteme, hukuka, sosyolojiye ve ekonomiye ciddi zararlar vermekte, içine girilen girdap tüm bu alanları içine çekmektedir. Dolayısıyla toplumun bir bölümü darbe söylentileri ve siyasetin kriminalizasyonu ile konsolide edilmek istenirken, diğer bölümüne “darbe olsa bundan daha kötü hangi şartlara bizi sürükler?” sorusunu sordurmaktadır. Bu hiç de sağlıklı olmayan türbülanstan çıkış ancak can simidi olacak seçimlere dayalı olmakla birlikte, o alanda iktidar lehine ve muhalefet aleyhine yapılması muhtemel düzenlemelerin iması dahi sisteme azalan güveni tamamen ortadan kaldırıcı gelişmeleri de beraberinde getirebilir.
PERSPEKTİF AJANS