Bizde darbelerin sonuncusu bastırıldı ve demokrasimiz acayip güçlendi, sağlamlaştı diyebiliyor muyuz?
Memleketin tarihi darbe ve askeri müdahaleler, muhtıralar tarihi… 15 Temmuz darbe girişimi vesilesiyle bir kez daha bunun üzerinde ibret ve ciddiyetle düşünmek, bu olmayası gerçeğimizin muhasebesini yapmak durumundayız.
Kuşkusuz bunu, “filanca darbe iyiydi, filancası ise kötüydü” gibi bir riyakarlıkla yapmanın hiçbir kıymet-i harbiyesi ve yararı yok. Bu çifte standartçı anlayıştan ne kadar arınabilmişiz, en başta bunun muhasebesini yapmak gerek sanırım.
Darbe, sorunları da olsa ülkenin kendi dinamikleriyle “olağan” seyrini alt üst ettiği, daha iyi, özgür ve barış içinde bir arada yaşama özlem ve çabamızı kanla, karanlıkla gölgelediği için kötü bir eylemdir… Klişe bir tabirle, “Darbeler ülkeyi 50 yıl geriye götürdü” denir ya, öyledir. Özellikle demokrasiden her ne anlıyorsak her defasında başa sardığımız için…
2008 yılında Taraf’ta meramı “iyi darbe kötü darbe ayrımı yapmadan bütün darbe ve müdahalelere karşı olmak lazım” olan bir yazı yazdığımda, “bizim mahalleden” çok sayıda uçuk kaçık tepkiler almıştım. (Misal, kendisini “78’li” olarak tanımlayan bir külüstüre göre Avrupa emperyalizminin oyununa geliyordum bu tür yazılar yazarak.) Yazıda, hemen her renkten solun 27 Mayıs 1960 darbesini “o başka” diyerek açık veya örtülü şekilde sahiplenmesini eleştirmiş, bununla yüzleşmek gerektiğini söylemiştim. Sen misin yüzümüze ayna tutan… Bazıları hâlâ aynı kafada; 27 Mayıs darbesi için “ilerici darbe”, “politik devrim”, “ülkeye nispi demokrasi getirdi” diyorlar. Oysa örneğin Milli Güvenlik Kurulu (MGK) ile kendisini adeta bir “iç savaş ordusu” (tabir Mahir Çayan’a ait) olarak konumlandırmış orduyu ülke yönetiminin başat aktörü haline getiren de 27 Mayıs darbesi idi…
12 Mart faşizminin sol dalgayı “balyoz harekatları” ile ezmesi de, kendisini “sağ” olarak tarif eden siyasileri ve sağcı, muhafazakar halkımızı ziyadesiyle memnun etmişti. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın idam tezkereleri mecliste oylanırken Süleyman Demirel ve arkadaşları, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın 27 Mayıs’ta idam edilmelerine atıfla “üçe üç!” sloganları atmıştı… Darbeciler kapısını çaldığında “şapkamı alır giderim” diyenler, söz konusu sol ve solcular olunca “milliyetçi”, “devletçi” hisleri kabaran omurgasız şarlatanlara dönüşüyorlardı; ya da zaten ve hep öylelerdi…
12 Eylül darbesi gerçekleşen darbeler içinde en “komplike” olanıdır denilir. Öyledir. Çünkü siyasi düzenden iş yaşamına değin devleti tepeden tırnağa yeniden “dizayn” etmiş, anayasası ile de zihniyetini “devlet” haline getirmişti. Gündelik siyasi çıkar ve hesaplar gereği kırk yerinden delinse de faşizan özüne bir türlü dokunulamadığı için aslında hâlâ 12 Eylül anayasası ve zihniyeti ile yönetilen bir ülkeyiz. Zaman zaman “yeni anayasa yapmak lazım” gündemi ortaya çıksa da, anayasanın “dokunulamaz” maddeleri de, 12 Eylül’ün getirdiği kurumlar da olduğu yerde duruyor ve onlara dokunmanın lafı bile edilemiyor.
12 Eylül de esas olarak solu ezdi. Memleketi “anarşistlerden” temizledi (o yıllarda henüz “terörist” lafı tedavüle girmemişti). Ülkücüler ve dindarlar da zarar gördü 12 Eylül’den, ama olsun, ülke “komünizm tehlikesinden” kurtarıldı ya, devlet ve vatan sağolsun!
Tuhaf bir ülkeyiz… 12 Eylül’ü hiç değilse üzerinden on yıllar geçtikten sonra “kötü şeyler oldu” şeklinde yüzeysel ve yuvarlak laflarla dahi eleştirmekten imtina eden “meşhur” gazeteciler (Ertuğrul Özkök), “Ne var ki bok yedirmekte? Bok yedirmek işkence değildir ki, gayet sağlıklı bir şey” diyen sözüm ona “biliminsanları” (Celal Şengör) var… Yaşı o yılları hatırlamaya yeten halkımızın hissiyatı da sanırım hâlâ karışık olsa gerek…
Dönemin medyasıyla, üniversiteleriyle, yargısı ve bilumum güvenlik, istihbarat teşkilatlarıyla el ele kol kola “Bin yıl sürecek” denilerek gerçekleştirilen 28 Şubat “post modern” müdahalesi de, halkımız açısından karışık duygu ve düşüncelerle karşılanmıştı. Mütedeyyin yurttaşlar ilk kez açıktan, doğrudan ve birinci derecede “hedefte” olmanın şaşkınlığını, mağduriyetini yaşarken, “irtica hortladı, şeriat geldi geliyor” korkuları kabartılan diğer yurttaşlar hayatlarından memnun gibiydiler…
Dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan arasında yapılan “sır” Dolmabahçe görüşmesi sonrasında hızla gündemden düşürülen 27 Nisan E-Muhtırası da siyasete yönelik açık tehditler içeren bir müdahaleydi (2007). “Özde ve sözde” vatandaş ayrımının yapıldığı muhtıra, “Ne mutlu Türküm diyene anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır” sözleriyle bitiyordu. Muhtıranın gerçekleşmeyen amacı, malum, gündemdeki cumhurbaşkanlığı seçimlerini manipüle etmekti…
Bir “F Tipi” darbe teşebbüsümüz eksikti, 15 Temmuz 2016 günü o da oldu. Bu kez darbeciler uğursuz emellerine erişemediler, darbe bastırıldı. Ne var ki o gün bugündür bu girişimin insanlara doğal olarak “tuhaf” gelen soru işaretleri hâlâ bile açıklığa kavuşturulmuş değil. Misal, darbecilerin düpedüz üs haline getirdiği Genelkurmay karargâhının komutanı ve diğer kuvvet komutanları hesap vermek şöyle dursun mahkemelere “tanık” sıfatıyla ifade vermeye dahi gitmediler. TBMM’de bütün partilerin katılımıyla oluşturulan araştırma komisyonu hazırladığı raporu Genel Kurul gündemine getirmedi, kamuoyuna açıklamadı. Ama bu başka bir yazının konusu…
Darbe bastırıldı ama insanlara “darbe gibi” dedirten bir OHAL rejimine girdik. OHAL kaldırılmış olmasına karşın uygulamaları hâlâ sürüyor. Haksız, hukuksuz uygulamalar, gözaltı ve tutuklamalar, adil olmaktan uzak yargılamalar, KHK mağdurları… Bunları dile getirdiğiniz zaman “terörist” türü yaftalamalara maruz kalmanız işten bile değil. Bu ülkede Ahmet Altan “darbecilik” suçlamasıyla yargılandı ve ağırlaştırılmış müebbet hapsin eşiğinden döndü… Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve çok sayıda HDP’li siyasetçi AİHM kararları da hiçe sayılarak adeta “rehin” tutuluyor…
Ömrü hayatı darbe ve darbeciliğe karşı demokrasi mücadelesi ile geçmiş benim adımın da zikredildiği çok sayıda insan aylarca “Alınacaksınız! Tutuklanacaksınız! Göreceksiniz gününüzü!” tehditlerine maruz kaldı. Neyse. Konumuz bu da değil.
Şu satırları darbe girişiminin hemen ertesinde yazmıştım:
“Yıllardır söylemekten dilimizde tüy kalemimizde mürekkep bitti: Demokrasi, hukuk ve adalet ideolojik, siyasi tercihleri ne olursa olsun, hepimizin ortak paydasıdır.
15 Temmuz olayı bu ortak paydayı bir kez daha idrak etmemiz ve sağlamlaştırmamız için en büyük vesile olarak değerlendirilmelidir.
Darbelere karşı toplumun büyük çoğunluğunun sergilediği duruş; sağlıklı, işleyen, güçlü bir demokrasi inşa etmeyi en büyük önceliğimiz olarak ele almayı, başta siyaset kurumu olmak üzere hepimizin erteleyemeyeceği, öteleyemeyeceği bir sorumluluk haline getirmiştir.
Bu sorumluluğu sahiplenmesini bilmek zorundayız.
Hiçbir kişisel ikbal, çıkar, hırs, gündelik çıkar hesabı bu sorumluluğu sahiplenme mecburiyetimizi gölgede bırakmamalıdır.
Çocuklarımıza miras bırakacağımız gelecek, özgürlük ve demokrasi tecrübemiz olsun…
Bu krizden çıkaracağımız ders, bu olsun…” (16 Temmuz 2016)
İşte bir “muhasebe” sorusu daha: Bu dersi almış mıyız acaba?
Komşumuz Yunanistan ve Latin Amerika ülkelerinin neredeyse tamamının da darbelerle karartılmış birer geçmişi var. Darbelerle ve darbecilerin insanlıkdışı uygulamalarıyla, eylemleriyle yüzleştiler, hesaplaştılar ve bu geçmişi mahkûm ederek demokraside karar kıldılar. O ülkelerin bugün başka sorunları var, ama darbeleri demokraside karar kılmanın gerekçesi haline getirdikleri için herhalde “pişman” değiller.
Bizde darbelerin sonuncusu bastırıldı ve demokrasimiz acayip güçlendi, sağlamlaştı diyebiliyor muyuz peki?
-----
Kapak Görseli: Paul Barlow (Pixabay)