Öncelikle şunu bilmiş olalım ki, Merhum Erbakan Hocamız İslâm Birliği düşüncesine sahip müstesna bir siyaset adamıydı. Hatta gençlik yıllarından beri bu düşünceye sahipti. Başbakan olduğunda bu idealini gerçekleştirmek için Müslüman ülkeleri ziyaret ederek bir takım diplomatik girişimlerde bulunmuştu. Merhum Erbakan öylesine hummalı bir şekilde diplomatik trafik yaşıyordu ki, kaldığı ülkenin otelinde sabah uyandığında "şimdi hangi ülkedeyim?" diyerek düşünceye dalıyordu. Hocamız azim ve kararlılığı ile adeta bu yola baş koymuştu. 57 Müslüman ülkenin devlet başkanlarını ilk etapta bir araya getiremeyeceği kanaati ile işe ekonomik anlamda kalkınmakta olan Müslüman ülkelerden başladı. Bu ülkeler Türkiye, İran, Pakistan, Bangladeş, Endonezya, Malezya, Mısır ve Nijerya'dan müteşekkil 8 Müslüman ülke idi. Aylarca süren ön görüşmelerden ve diplomasi trafiğinden sonra D-8 adına ilk toplantı 15 Haziran 1997 tarihinde İstanbul Çırağan Sarayı'ında yapıldı. Şunu da belirtmiş olalım ki, bu 8 ülkeyi bile bir araya getirmek gerçekten büyük bir başarıydı. Zira bu ülkelerin başında bulunan yöneticilerin çoğu İslâmî değerlerle barışık değil ve "İslâm Birliği" diye bir dertleri yoktu. Özellikle Mısır ve Bangladeş'in başında Hüsnü Mubarak ve Şeyh Hasina Vecid gibi diktatör yöneticiler vardı. Merhum Erbakan'ın bunları ikna etmesi büyük bir başarıydı. İran İslâm Cumhuriyeti ise mezhebî aidiyetlerinden dolayı Erbakan Hocamız'ı endişelendiriyordu. Erbakan bu durumu şöyle ifade ediyor: "İran'a gidip Cumhurbaşkanı Sayın Haşimî Rafsancanî ve heyeti ile protokol masasına oturduğumuzda, elimde onları ikna etmek için (D-8 ve İslâm Birliği projemizi ihtiva eden) kalın bir klasör vardı. Ben büyük bir heyecan ve iştiyak içerisinde konuşmaya başlayınca Sayın Rafsancanî sözümü kesip, 'Sayın Erbakan, madem "İslâm Birliği" diyorsunuz, detaylı bilgi vermenize gerek yok, biz "İslâm Birliği" için hazırız, bize bu sözleşme için nereye imza atacağımızı gösterin yeter' dedi. O an içim o kadar ferahladı ki, tarifi mümkün değil. Meğer onlar İslâm Birliği'ne dünden teşne imişler. Fakat üzülerek ifade etmiş olayım ki, bu birliğin içine Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar gibi bazı Arap ülkelerini dahil etmek için çok çabaladım. İkna olmadılar."
İkna olmadılar çünkü Amerika'dan onay ve izin almadan böyle bir işe teşebbüs edemezler. Amerika'nın İslâm Birliği için atılacak adıma izin vermeyeceği zaten belli..
Nitekim ABD, bu yapıyı akamete uğratmak için içimizdeki piyonları vasıtasıyla 28 Şubat Post-modern Darbesi'ni yaptırıp REFAHYOL Hükümeti'ni devirdi. Eğer D-8'e engel olunmasaydı yeryüzü coğrafyasında öylesine mükemmel bir yapı teşkil edecekti ki, emek ve alın terini sömüren vahşi kapitalizmin kararttığı dünyamız İslâm'ın hayat bahşeden değerleriyle aydınlığa kavuşmuş olacaktı. Zira D-8 aydınlığa açılan bir kapıydı. Merhum Erbakan Hocamız'ın kırk küsur yıllık siyasî hayatı boyunca kullandığı "Adil Düzen" sloganı bu amaca matuftu. İslâm'ın adil paylaşım anlayışı ile doğal kaynakları ve nüfus potansiyeli ile oldukça zengin olan bu ülkeler uluslararası arenada mükemmel bir güç dengesi oluşturacaktı.
Ayrıca bu ülkeler arasında yapılacak iş birliği diğer Müslüman ülkeler için domino etkisi yapacaktı. Zaten D-8'den güdülen amaç kısa vadede bir güç oluşturup orta vade için D-60'a geçiş yapmak, uzun vadede ise D-160 hedefine ulaşmak. Açıkçası Erbakan Hocamız'ın amacı yeni bir dünya düzeni kurmaktı. Bu yüzden D-8 için açıklamalarda bulunurken nihai hedefini evrensel manifesto niteliğinde olan şu sözlerle dile getiriyordu: "Savaş değil, barış, çatışma değil diyalog, çifte standart değil, adalet, üstünlük değil, eşitlik, sömürü değil, adil düzen, baskı ve tahakküm değil, insan hakları ve hürriyet."
Evet, Merhum Erbakan Hocamız D-8 derken bütün yeryüzü insanlığı için ortak hedef ve müşterek erdemlerden söz ediyordu. Erbakan'ın bu beyanatlarına sadece Müslüman ülkeler değil tüm dünya devletleri alkış tutmalıydı. Elbette Erbakan Hocamız'ın bu girişimi ve yaptığı beyanatlar dünyayı sömüren küresel güçleri rahatsız etmişti. Bu yüzden içimizdeki piyonları vasıtasıyla REFAHYOL Hükümeti'ni devirdiler. Onlar çok iyi biliyorlardı ki, "İslâm Birliği" yolunda ilk adım olan D-8 hayata geçirilirse sömürü düzenleri son bulacaktı. Zira D-8 projesi içerisinde doların tasallutuna son verecek ortak İslâm para birimi vardı. Söz konusu ülkeler arasında ticaret bu para birimi ile yapılacaktı. Ayrıca ithalat ve ihracatta öncelik bu ülkeler arasındaki iç pazara yönelik olacaktı. Ticaret ve üretimde her ülke kendi potansiyeli ile bu birliğe katkı sağlayacak ve ilişkiler mütekabiliyet esasına göre olacaktı. Öte yandan yine küresel güçlerin silah ticaretine son verilip ASELSAN, ROKETSAN ve TÜBİTAK gibi silah sanayimize hizmet veren kurumlar Müslüman ülkelerin hepsinde hayata geçirilip ortak savunma gücü tesis edilecekti. Kısacası silahlı kuvvetlerimizin envanterine kazandırılmış olan milli ve yerli silahlarımız İslâm Savunma Gücü'nün hizmetine verilecekti. İslâm Savunma Gücü ile alakalı bu hedef daha iyi anlaşılsın diye Merhum Erbakan Hocamız buna "İslâm NATO''su" diyordu. Biz İslâm ümmeti olarak uluslararası arenada belirleyici aktör, belirleyici güç olabilmemiz için mutlaka "İslâm Birliği"ni tesis etmek durumundayız. Ümmet bünyesinde ve yeryüzü ölçeğinde barış, huzur ve istikrara olan ihtiyacımız bunu zorunlu kılmaktadır. Her şeyden önce "İslâm Birliği" imâna taallûk eden bir vecibedir...
Bakınız, 1-11 Şubat 1945 yılında İngiltere Başbakanı Churchill, ABD Başkanı Roosevelt ve SSCB Başkanı Stalin liderliğinde düzenlenen Yalta Konferansı'nda alınan kararlar Batı dünyası için barış getirse de İslâm dünyası için sadra şifa olmamıştı. Olması da beklenemezdi. Osmanlı dağıldıktan sonra Müslüman ülkeler bir şekilde birlik oluşturmanın arayışı içerisine girmeliydi. Bu olmayınca Müslüman halklar şamar oğlanına döndü. Gelen vurdu, giden vurdu. Bu süreçte birçok İslâm beldesi işgale uğradı, Müslüman memleketler tarumar edildi ve nice insanlarımız kitleler halinde katliamlara maruz kaldı. Bakınız daha 1916 yılında İngiltere Dışişleri Bakanı ile Fransa Dışişleri Bakanı kendi isimleri ile oluşturdukları "Sykes-Picot Anlaşması" sonucu (harita üzerinde cetvelle çizim yaparak) İslâm topraklarını kendi aralarında paylaştılar.
(Sykes-Picot Anlaşması, I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kût'ül-Amâre Kuşatması sonrasında İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı Devleti'nin 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve aynı yılın Ekim ayında Rusya tarafından onaylanan, Osmanlı Devleti'nin Orta Doğu'daki topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.) Başta İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı güçler Birinci Dünya Savaşı yıllarında sadece Anadolu topraklarını değil Müslüman coğrafyalarının büyük bir kısmını işgal etmişti.
Zamanla bağımsızlık mücadelesi veren Müslüman halklar bulundukları bölgelerden müstevlileri kovup akabinde ulus devletler kurmuş olsalar da bu ülkeler asla gerçek manada bağımsızlıklarına kavuşmuş olmadı. Zira müstevliler/işgal güçleri geri çekilirken kendi piyonlarını/kendi kuklalarını işbaşına getirdiler. Onlar da efendilerinden aldıkları talimatlarla halklarını İslâmî aidiyet değerlerine mugayir bir şekilde yönettiler. Bu durum için "modern müstemleke dönemi" diyebiliriz. Şunu da açık bir şekilde ifade etmiş olalım ki, bu "modern müstemleke dönemi"nden Türkiye coğrafyası da muaf değildir. Bakınız 1931 yılının Ekim ayında dönemin Maliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu yanında bir heyetle Amerika'ya gidip hem Yahudi para spekülatörlerinden, hem ABD Hükümeti'nden borç para dilenmesi sonucu "borç alan buyruk alır" darb-ı meseli tahakkuk etti ve bu sürecin akabinde Marshall Yardım Plânı ve Fulbright Anlaşması'nın devreye sokulması ve sonrasında NATO'ya girmemizle ABD üslerinin Türkiye'nin en stratejik şehirlerine konuşlanması bu modern işgalin tamamlanmasını beraberinde getirmiş oldu. Elbette işgal sadece askerî alanda değildi. Bu süreçte ülkenin yabancı sermayeye açılması vahşi kapitalizmin sömürü düzenini beraberinde getirmişti. Batılı sermayedarlar adına İstanbul dükalığı gelir dağılımındaki adaletsizliğin baş müsebbibi idi. Bu yüzden Merhum Erbakan Hocamız bu adaletsiz sömürü düzenine engel olmak için Odalar Birliği'nin başına geçmişti. Muslukları kısılan, vantuzları kesilen şer güçler hemen harekete geçip Sayın Erbakan'ı (1969'da) polis baskını ile adeta derdest edercesine Odalar Birliği ofisinden uzaklaştırdılar. Bu sefer Erbakan Hocamız bağlantısızlar hareketini başlatarak 26 Ocak 1970 tarihinde siyasete atılıp Milli Nizam Partisi'ni kurdu. Erbakan Hocamız'ın kırk küsur yıllık siyasî hayatına baktığımızda söylemlerinden dolayı nice badireler atlattığını, nice haksızlıklara maruz kaldığını görmüş olacağız. İslâmî değerleri savunup, "İslâm Birliği"nden, Allah'ın yasalarından söz ettiği için, adil paylaşım, adil düzen dediği için, "faiz haramdır, faizsiz sisteme geçilmelidir" düşüncesini dile getirdiği için, (Kıbrıs Barış Harekâtı'mızdan dolayı uğradığımız ambargoya misilleme olarak) ABD üslerini kapattığı için sürekli önüne engeller konuldu, dört kez partisi kapatıldı ama o mücadelesinden vazgeçmedi ve beşinci partisini kurdu. Her haksızlığa uğradığında bir taşkınlık olmasın diye gençleri sükunete davet etti. Başbakan olduğunda sistemin, yani vahşi kapitalizmin dayattığı koşullara rağmen havuz sistemini oluşturarak denk bütçe politikasını hayata geçirdi, ayrıca akaryakıt fiyatlarını yükseltmeyip "Eşel-Mobil" sistemini uyguladı. (Akaryakıt vergisi almadı.) Ve böylece cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa onun döneminde bütçe açık vermedi. Öte yandan asıl hedefinin İslâm Birliği olması hasebiyle D-8'i kurdu. D-8 sadece Türkiye'nin, sadece 8 ülkenin değil, tüm ümmetin ve bütün dünya insanlığının makus talihini değiştirecek bir proje idi. Zira bu proje üç aşamadan müteşekkildi. Kısa vadede söz konusu 8 ülke ile siyasi, ticari, ekonomik ve kültürel olarak birliktelik oluşturup domino etkisiyle D-60'ı hayata geçirmek ve böylece bütün ümmetin birlikteliğini sağlamak. Bunun ardından ise üçüncü aşamaya geçip D-160'ı hayata geçirerek bağlantısız/anti emperyalist ülkelerle yeni bir Birleşmiş Milletler oluşturmak. Bu projeler hayata geçirilseydi hiç kuşkusuz bugün dünyanın çehresi böyle olmayacaktı. İslâm Savunma Gücü yeni kurulacak Birleşmiş Milletler'e garantör olacak ve dünya barışını teminat altına alacaktı. Uygulanacak olan İslâm iktisadi sistemi ile vahşi kapitalizmin sömürü düzeni son bulacak ve böylece dünyada açlık ve yoksulluk sorunu halledilmiş olacaktı. Dünyayı sömüren küresel eşkiyalar, vantuzcu küresel çete Erbakan Hocamız'ın bu projelerine bigâne kalmadı ve yukarıda da bahsettiğimiz gibi derhal düğmeye basıp içimizdeki piyonları vasıtasıyla 28 Şubat Post-modern Darbesi'ni yaptırdılar. Sayın okuyucumuz gördüğünüz gibi 28 Şubat Darbesi ile nelere engel oldular? Ama şu da bir gerçek ki, hak-batıl mücadelesi kıyamete kadar devam edecektir. "İslâm ve insanlık düşmanları, kâfirler ve müşrikler istemese de Allah Teâlâ mutlaka nûrunu tamamlayacaktır." (Saff:8)
Merhum Erbakan Hocamız'ın imâna taallûk eden bu projeleri hayata geçmesi için biz Müslümanları beklemektedir. Müslümanlar olarak siyasî tercihte bulunurken bu projeleri hayata geçirmeyi taahhüt eden partinin desteklenmesi gerekmektedir. Bu bizim önceliğimiz ve kırmızı çizgimiz olmalı... Vesselâm.