Çağlara göre çeşitli yönetim şekilleri vardır kuşkusuz. Bunlar, o çağlardaki toplumun yapısıyla ve dünya görüşüyle ilgili olup bütün kurum ve kurallarıyla uygulama alanına geçirilmektedir. Çağımızda geçerli olan siyasi düzen, demokrasi olduğu konusunda bir görüş birliği içindedir toplum.
Ülkemizde, bir yandan demokrasiyi yerlileştirmek, halkların temel gelenek ve kültürüyle bağdaştırmak için gerekli kurumları oluşturmak gerekirken, diğer yandan her yaş ve kesimden yurttaşın kişiliğini geliştirme ve zenginleştirme imkânını sağlayacak kuruluşları çoğaltmak ve artırmak zorundadır idareciler.
Tükenmekte olan devlet sitem karşısında, muhalefette her hangi bir ışık görünmemesi, toplumu ister istemez bunalıma sürüklemekte ve beraberinde de alabildiğine çürümüşlüğü getirmektedir.
Karşısına çıkan bütün zorluklarla neredeyse yalnız başına mücadele ederek yol alan bir Cumhurbaşkanı… Ancak yanında tek bir güçlü karakter bırakmayan, çevresini ikinci sınıf aktörlerle dolduran bir yapının egemen kılınması…
Çevresindekilerin tek görevleri var, sürekli lider güzellemesi yapmaları, diğer yandan devletin imkânlarından alabildiğine yararlanmaları. Yolsuzluk ve hukuksuzluklar diz boyu olsa da tek başına bir insanın bunlarla baş etmesi hiç mümkün müdür? Musluk akarken altına kovanın tutulması ve imkânlar varken ceplerin doldurulması…
Necip Fazıl’ın biraz da kendisi için söylediği ve konferanslarında sık sık tekrar ettiği bir sözü vardır: “Bir ormandan tek büyük bir ağaç çıkar, geri kalanı bodur kalmaya mahkûmdur.” Cumhuriyetten günümüze dek politika ve liderlikte bu yol izlenmiştir ne yazık ki…
Bu durum, sadece günümüz idarecileri için değil, Osmanlıdan beri zaman zaman oluşan ve uygulanan bir yöntem olmuştur… İnanç sağlamlığının güçlü olduğu devirler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş devirlerdir. Aslında o İmparatorluğu oluşturan kitleler, dilce, ırkça birbirinden çok farklı idiler. Yalnız ahlakça birbirlerine benziyorlardı. Bu ahlak, köklerini dinden alan bir cemiyet ahlakıydı. Osmanlı tarih yazıcılığının önemli şahsiyetlerden biri olan ve aynı zamanda büyük bir şair kabul edilen Şeyhülislam İsmail Asım (ölümü:1760) da aynı düşüncededir:
“Hak bu kim mülk-i cihan girdi yed-i müptezele
Akl-ı sadıkla nizamı hele hiç girmez ele
Berk ü barını kamu eyledi yağma hazele
Ab-ı şer’ ile meğer ravza-i devlet düzele.”
(Gerçek şu ki dünya gücü, aşağılık kişiler eline geçti. Doğru bir akılla düzenlenme imkânı yoktur. Yaprağından meyvesine kadar her şeyi bayağılar yiyor. Devlet bahçesi ancak şeriat suyu ile belki düzelir.)
Şeyhülislamın söylediği ve dile getirdiği bu dönemde, silik bir kişilikle idareyi elinde bulunduran III. Mustafa tahtta oturmaktadır.
Günümüze gelince, 2002 yılında büyük bir sürpriz yaparak birinci olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin ve küllerinden doğan Süleyman Demirel’in Doğru Yol Partisi’nin hep bir hikâyesi vardı… Erdal İnönü’nün Sosyal Halkçı Partisi’nin de…
Hayallerimizi süsleyen, iman, ahlak, edep, inanç, örf, gelenek, görenek, bugüne bizi taşıyan kültürel-medenî değerlerimiz, Cami, Kur’an, Medrese ve Okul… Bizi biz yapan ve bize değer katan değerlerimiz, içimizden sökülüp atıldı. Varsa yoksa para, makam, mevki ve iktidar nimetleri…
“Rabbena! Hep bana felsefi” Beğenmediğimiz ve inançsız kabul ettiğimiz Tevfik Fikret:
“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar
Yiyin! Efendiler pek açsınız, bu çehrenizden bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir? Diyordu kendi zamanındaki idareciler için.
Halk kitleleri, mevcut tabloda güveneceği sağlam ve güvenli bir limanı pek göremiyor ve kendisini sahil-i selamete ulaştıracak bir lider özlemiyle bekleyip duruyor… Gerçek ortada… Devletin toplumla yaptığı sözleşme geçersiz hale gelmiş bulunmakta ve A’dan Z’ye kadar bir çürümüşlük manzarasına tanık olmaktayız.
Devlet, sadece yasak ve şiddet mekanizmasını esas alarak varlığını sürdürüyor ama yurttaşlarına en temel hizmetleri vermekten, onları mutlu etmekten aciz hale gelmiş bulunuyor. Türkiye’nin mevcut devlet sistemi sadece mutsuzluk, karamsarlık ve yılgınlık veriyor halka…
Bu tablo karşısında, ülkenin en değerli ve asli unsuru olan yurttaşı, bulduğu ilk fırsatta, soluğu Batı’da almasıyla sonuçlanıyor. Hızla yoksullaşan, gelecekten umudunu kesen, bir arada yaşama konusunda tereddütleri olan bir toplumun geleceği sağlam ve güçlü olabilir mi hiç?
Yapılması gereken yeni bir toplumsal sözleşme yapıp birbiriyle kanlı bıçaklı tüm toplum kesimlerinin barışmasını sağlamaktır. Gerilimle ülke bir yere varamaz. Bu gerilimi düşürmek, öncelikle muhalefetin görevi ama bunu toplumun en dinamik kesimini oluşturan Kürtleri dışlayarak, ‘ötekileştirerek’ yapamaz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin Erdoğan’ı yollamak dışında kitlelere anlatabileceği bir hikâyesi yok ne yazık ki… Bu nedenle durum, Sultan II. Abdülhamit ve dönemine benzetiliyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin en büyük sıkıntısı ise, devlet partisi olması… Kadrolarının en üst ve kilit noktalarının, bu isimler tarafından doldurulmuş olması… Bu tablo, partinin ne Avrupa Birliği ne de Kürt açılımı yapmasına izin vermiyor. Çünkü yaşanan tüm zorluk ve sıkıntılara rağmen Türkiye’nin önünde eşsiz bir fırsat bulunmakta ve bunun gerçekleştirilmesi için zorlu bir bekleyiş sürmektedir. Devlet, tüm kurumlarıyla çökmüş durumda. Yargının, sağlık sisteminin, eğitimin ve Üniversitelerin hal-i perişanı ortada…
Sadece Cumhurbaşkanı karşıtlığı üzerinden muhalefet ve siyaset yapmak, tembellik ve kolaycılıktan başka bir şey değildir. Asıl olan ülkenin büyük sıkıntılarına sahip çıkmak, hikâye yazmak ve dayanışma içinde siyaset yaparak meydanlara çıkacak bir kadronun oluşturulması. O da yaratıcılık ve cesaret ister kuşkusuz…
Kaynak: Farklı Bakış