Bugünkü yazımı geçen 10 Kasım törenleri nedeniyle Anıtkabir ziyaretlerindeki renkli görüntülere ve basın-yayın organlarında ve sosyal medyada yayınlanan mesajlara dair yazacaktım, ama vazgeçtim. Çünkü kanunla tanrılaştırıldığı için Atatürk’ü olduğu gibi anlatmak nasıl ki suç olabiliyorsa, Atatürk’ü tanrı gibi gösteren, onu Allah’a ve Allah’ı ona şirk koşan mesajları değerlendirmek de başımıza iş açabilir. Keşke din adamları, yani âlimler, ilahiyatçılar ve ilahiyat camiası, muhataplarına ilah, tevhid ve şirk kavramlarını anlatıp kavratsalar… Böylece haddizatında Müslüman olan toplumumuz da neyin tevhit ve neyin şirk olduğunu kaynağından öğrenmiş olurdu ve bizler de bir insanı putlaştıran manzaralara ve mesajlara da şahit olmazdık.
Ben de o netameli konuda yazmak yerine bu haftaki yazımı Ekrem Tahir’in “Yarı Türk-Düşüncenin Vücudu” adlı eserine ayırdım. Aslında çoktandır bu eseri tanıtmak niyetim de var, ama ondaki ilmi, edebi ve felsefi derinliğin hakkını veremeyeceğimin endişesiyle tanıtmak yerine biraz da işin kolayına kaçarak alıntılar yapıyorum.
İşte anılan kitabın “Cumhuriyet Çocukları” kısmı ve diğer bölümlerden bazı paragraflar:
“Cumhuriyet çocuğunun ilk vasfı; bir putperest ruh ve zihniyete sahip olmasıdır. Hayalin alacakaranlığında raks etmeyi, sömürgeci efendileri adına biteviye havlamayı düşünce zannediyor! Karanlık; bu neslin bütün ruh ve irfan sembollerini, daha doğru bir deyişle onları hayata ve geleceğe kanatlandıracak bütün fikir, ruh, umran ve kristalleşmiş irfan sermayelerini lağıma fırlattılar. En iyi bildikleri şey, ustalık ve sanatları biteviye kendilerini aldatmasıdır.
Bilmediği şeyi kesinlikle biliyor gibi anlatırlar. 90 senedir Latenz Mağarasında yaşar; ama Latenz yaşadığının ve iğdişleştirilip melezleştirildiğinin farkında değildir Cumhuriyet çocukları. İyi ama hepsi, yani “Sağcı”sı, “Solcu”su ve “İslam”cısıyla birer Â’ma estetiğin çocukları olarak bilmemeleri normal değil mi?
(…) Batılı Efendileri bu nesillerin mutlak olarak limitet zekânın çocukları olmalarını emretmiştir. Üstelik sömürgeci efendileri ve içteki harem ağaları tarafından onların “sahte” kahramanlarına tapmalarını ve psod, bu sahte ilimlerle yetiştirilmeleri hedeflenmiştir. İdrakın sefaletinin sefaletini tam hıncahınç yaşar, buna gururla “ilericilik” der Cumhuriyet çocukları.
(…) Avrupalılar İkinci Meclis’ten sonra diğer ülkelerde olduğu gibi kendi sömürgeci planlarını harfiyen yerine getirecek ayartlanmış insanlar getirip bu muazzez ülkenin mümtaz nesillerinin, yani adalete, merhamete, sevgi ve ateşten bilgi, irade ve zekâya ta ezelden beri bu ruha sahip nesillerin ruhlarının gen haritalarını çıkarıp tahrip ederek, nesillerin ruhlarının yok edilmesi için her türlü melun ve habis bir eğitim sistemiyle yok ettiler. (…) Onun dilini, zamanını, zaman ontolojisini ve varlık mekanını yani hafızasının bütün mekanlarını tahrip ettiler ve bu fahiş, hadımlaştırma yıkımına Batılı sömürgeciler emirlerindeki bu sefil harem ağalarının kulağına “bu bir devrimdir” sloganını fısıldadılar. Dünyanın en kudretli, en geniş kanatlı, gökyüzüne rahatlıkla merdivenler kuran, içinde esrarlı rüzgârın sesi ve nefesi saklı TÜRKÇEYİ hunharca, barbarca katlettiler.
Türkçe tıpkı Arapça ve Farsça gibi İslam Vahiy Medeniyetinin en kudretli, en çok düşüncenin rengarenk hücresine ve dimensiyonları yani metafor ırmaklarını, ifadenin kudretini içinde barındıran bir dildir. Türkçeyi de Hristiyanlaştırıp ve Yahudileştirip, başbuğlar başbuğu bu dili, onun ebedi şehzade ruhunu öldürüp melezin melezi bir dil haline sokmaya çalıştılar. Ve Başardılar da!
Dil ve Cumhuriyet… Cumhuriyetin çocukları Türk dilinin meta dilinin yüzüyle henüz karşı karşıya gelmediler ve artık gelemezler. Her dilin meta dili vardır. Üstelik metaforlar ırmağıdır, Türkçe. Dün vah vahlı, vak vaklı bir “Kurbağa” sese çevirmişlerdi. Şimdi ise uçsuz bucaksız bir Avrupa hastanesinde yani kâfirlerin hastanesinden yükselen inilti, zırıltı, can çekişen hastaların sesine, daha doğrusu ölünün yüzünün ifadesi olan ruha yani sese çevirdiler Türk dilini.
(…) Dil hem toprağımız, asli mayamızın ruhu, sesi vatanımız ve de Gökkubbemizdir. Yıldızlarımızın hıncahınç imzaları olan kendi Gökkubbemizdir. Batının bütün ucube, kanlı, hecesiz, ruhsuz kelimelerini dilimize istila ettirdiler, yerleştirdiler; Devrim adına.”
Ekrem’in bundan ayrı olarak basılmış “Varlık ve Hece” ve “Tahir’in Babil’deki Türkiye” adlı eserleri de var. Viyana’daki son görüşmemizde, yakında matbaaya verecek iki kitabının daha olduğunun müjdesini de vermişti.
Ekrem Tahir, “Yarı Türk-Düşüncenin Vücudu” Hitabevi Yay.