Sarsıntılı bir yılın getirdiği güvenle olsa gerek muhalefet erken seçim ihtimalini giderek daha çok seslendiriyor. Ekonomi alanında yapılan hamlelerin, asgari ücrete yapılan artışın göz boyayıcı ancak kısa sürecek bir popülizm olduğu ve iktidarın bu geçici avantajını kullanacağı düşünülüyor.
Ancak bence iktidarın kafası öyle çalışmıyor. Mutlak bir başarısızlık halinde veya devlet kanadından gelecek bir güçlü telkinle seçim öne alınabilir olsa da iktidarın ‘vizyonu’ ekonomide atılan adımların ülkeyi yeni bir döneme taşıyacağı beklentisinden güç alıyor.
Öte yandan seçim çok yakın olsa bile, görünen o ki muhalefet şu anki temposunda son ana kadar gidip cumhurbaşkanı adayı meselesini o zaman görüşecek. Ne var ki kısa bir zaman aralığında anlaşma yapmaya zorlanmaları ortak bir noktada buluşmalarını zorlaştıracak ve belki de sonucu iyi hesaplanmamış bir ‘çözümde’ anlaşmak zorunda kalacaklar.
Eklemek gerek ki muhalefetin bu zaafı iktidarın erken seçim iştahını bir miktar teşvik ediyordur. Ama yine de hedeften sapma için yeterli bir neden değil, çünkü iktidar zamanında yapılacak seçimi de muhtemelen kazanacağını, muhalefetin gerçek bir birliktelik oluşturamayacağını öngörüyor.
Oysa seçimin zamanında yapılması muhalefete iyi hazırlanma fırsatı veriyor. İktidar değişiminin ötesinde, şu anki yönetim anlayışının ciddi şekilde dönüşümü ve devletin yeniden yapılanması için gerekli yol haritasını (bir ortak tasavvur olarak) toplumun önüne koyma imkânı sağlıyor.
Ancak ortalıkta dolanan siyasi analizlerin çoğunluğu bizi bu konuda uyarıyor… Muhalefetin yönetime dair bir ilkeler manzumesi veya programında anlaşmasının zor olduğunu, bu yönde zorlamaların birlikteliği baltalayacağı öne sürülüyor. Onlara göre yapılması gereken sadece geçiş döneminin gerektirdiği birkaç sistem değişikliğinde uyuşma sağlayıp iktidarı devirmeyi hedeflemek.
Akla uygun bir önerme… Ama sadece ilk bakışta. Siyasetin dokusunu ve dinamiğini dikkate aldığımızda aslında epeyce ‘naif’. Çünkü esas kolay olan yeni dönemin ilkelerinde anlaşmaktır. Tüm muhalefet partileri her konuda tabii ki anlaşmıyor. Ancak şu anki iktidarın uygulamaları veri alındığında, herhalde devletin personel politikasından yargının yeniden düzenlenmesine ya da ihale yasasından şeffaflığa birçok konuda uyum sağlanabilir. Bunlara bir jeopolitik tahlil, Türkiye’nin dış politikadaki temel bakışı gibi değerlendirmeler eklenebilir.
Bunların detaylı ve derinlikli olması gerekmez. Partiler ne kadarında ve ne içerikte anlaşabiliyorlarsa onu ortaya koyar ve seçime bu zemin üzerinde gidebilirler. Söz konusu yaklaşımın avantajı şu: Eğer böyle bir zemin üretebilirseniz kimi cumhurbaşkanı adayı gösterdiğiniz ikincil hale gelir. Kişinin kim olduğu sembolik bir anlam kazanır ve bu sayede ‘sembolik’ nitelikleri olan birini de aday gösterebilirsiniz.
Buna karşılık eğer sadece iktidarı devirmeye odaklanır ve (parlamenter sisteme geçiş gibi) teknik özellikte bazı konular dışında bir birliktelik oluşturamazsanız cumhurbaşkanı adayını seçmekte zorlanırsınız. Çünkü bu yöntem bir siyasi boşluk yaratacak ve o boşluğu cumhurbaşkanı olacak kişi dolduracaktır… Dolayısıyla her aday bir başka partide tedirginlik yaratır, cumhurbaşkanı yapacağınız kişiye güvenemezsiniz, kucağınızda bir ‘saatli bomba’ varmış gibi hissedersiniz. Anlaşması çok kolay gözüken bir mesele bir anda karmaşıklaşır ve siyasileşir.
Oysa siz fazla ‘siyasete’ gömülmeyelim diye bu yolu seçmiştiniz! İlkelerde anlaşmaya çalışmak birbirine benzemeyen partileri gerçekçi miktarda yakınlaştırır ve topluma siyasi bir alternatif sunar. Doğrudan cumhurbaşkanı adayında anlaşmaya çalışmak ise, birbirine benzer gözüken partileri birbirinden uzaklaştırarak aralarındaki mesafeyi siyasallaştırır.
İlkelerde anlaşma olursa muhalefet kimi isterse aday gösterebilir ve bu esneklik sayesinde en doğru adaya yönelmek mümkün olabilir. Ancak muhalefet son anda aday seçelim mantığına yöneldiği takdirde ne olacağı bellidir: Her parti kendi genel başkanı ile seçime katılır, ikinci tura Erdoğan ve Kılıçdaroğlu kalır.
Dolayısıyla aslında gayet ironik bir durum var: ‘İlkelerde anlaşmaya gerek yok, seçim tarihi belli olunca ortak aday seçeriz’ mantığında olanların çoğu, aynı zamanda ‘Kılıçdaroğlu olmamalı’ demekte. Ancak bu iki önermenin birlikte gerçekleşmesi siyasetin doğasına aykırı. Eğer son anda aday seçilecekse Kılıçdaroğlu’na razı olacaksınız ya da eğer onun aday olmamasının daha iyi sonuç vereceğine inanıyorsanız şimdiden ortak ilkeler üzerinde çalışacaksınız.
Gerçekçi tablo böyle ise İyi Parti’nin kritik konumda olduğu açık. Kılıçdaroğlu’nun adaylığının öncelikle bu parti tarafından nasıl görüldüğü belirleyici olacak. Nitekim İyi Parti aynen MHP’nin Cumhur İttifakı’ndaki rolüne benzer bir tutum sergiliyor. Neyin olması veya olmaması gerektiğini söyleyip, ‘kırmızı çizgiler’ üretiyor.
Parti sözcülerinin mesajlarını veri alırsak (1) kazanmama ihtimali olan bir aday istenmiyor, (2) Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansının olmadığı öngörülüyor, (3) partiler dışında aday düşünülmüyor ve (4) adayın isminin seçim sürecinde belirlenmesi tercih ediliyor.
Diğer deyişle tamamen çelişkili bir pozisyon. Ama herhalde gayet bilinçli… Son anda tercih edilecek, partiler dışından aranmayacak ve Kılıçdaroğlu da olmayacak… Acaba bu durumda ‘kazanma şansı olan’ aday kim? Görünen o ki İyi Parti son anda (belki bazı saha çalışmalarının da ittirmesiyle) Akşener’i cumhurbaşkanı adayı yapmanın peşinde.
İyi Parti’nin konumu (son günlerde adı zikredilen) Abdullah Gül gibi adayları dışlıyor. Zaten Gül de (geçmişteki tavrını veri alırsak) büyük ihtimalle muhalefetin ilkesel bir birliktelik sergilemesi ve bütün muhalefetin eksiksiz olarak kendisini desteklemesi halinde adaylığı kabul edecektir.
Muhalefet içindeki küçük oy oranına sahip partilerin genel başkanlarının da ortak aday olma konusunda şanslı olamayacakları açık. Büyük partilerin genel başkanları ‘müsaitken’ onların öne çıkması gerçekçi bir beklenti olmaz.
Peki ya Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş? Ne de olsa kamuoyu şirketlerinin ölçmekten en fazla hoşlandıkları konu bu. Erdoğan ile baş başa kaldıklarında her iki belediye başkanının da seçimi kazanacağı öngörülüyor. Ancak ortada garipsenmesi gereken bir durum var: Sadece iktidarı devirme uğruna birini cumhurbaşkanı seçmek normal mi?
İmamoğlu ve Yavaş’ın Erdoğan karşısında oylarının yüksekliği bir siyasi tutumu temsil ettiklerinden değil, aksine amaca uygun şekilde siyasetsizliği temsil ettikleri için. Ali Bayramoğlu’nun vurguladığı üzere otoriterlikten kurtulma uğruna demokrasiye değil popülizme sığınılıyor. Muhalefetin demokrasiyi becereceğine güven o denli az ki, oportünizm bir çare olarak görülebiliyor.
Bu iki adayın siyaseten rüştlerini ispat ettiklerini söylemek zor. Yavaş’ın milliyetçi tutumunun ülkeye ne getireceği az çok belli. Ayrıca sayısız kritik konuda fikrini bilmiyoruz… İmamoğlu’nun ise bazı fikirlerini duysak da uygulamada neler yapabileceğini görenlerin mesafeli durma isteğine şaşırmıyoruz. Cem Mansur ve Mehmet Ergen’in görevden alınma biçimi, onların yerine gelenlerin tavrı, bu olayın ima ettiği yönetim tarzı ve ardındaki zihniyet cumhurbaşkanlığını kısa bir süre için bile teslim etmek istemeyeceğiniz bir aktörleşmeye işaret ediyor.
Muhalefet adayının en azından dört konuda topluma güven vermesi gerekiyor: (1) Muhalefet partilerini toparlama, aralarındaki sorunları yumuşatma, dengeleri koruma, kişisel hassasiyetlere karşı duyarlı olma… kısacası ego sorunu olmama; (2) Devletin iç mekanizmalarını, usullerini bilme, bürokrasiyi kullanma mahareti… kısacası asgari devlet deneyimi; (3) Dünya kurumları ve liderleriyle temasta gerekli bilgiye ya da bilgiye ulaşma konusunda beceriye sahip olma… kısacası olgunluk; nihayet (4) Konumunu kötüye kullanmama, nepotizme sapmama, oportünist kültüre kapılmama, liyakati önemseme… kısacası ahlaki bir duruş ve direnç.
Daha önce söylediğim üzere muhalefetin ilkelerde anlaşması ve bir yol haritası çıkarması cumhurbaşkanı adayının sahip olması gereken nitelikleri yumuşatabilir. Ne de olsa onu sınırlayan bir ortak duruşun varlığına güvenilebilir. Ancak ilkesel bir zemin oluşmamışsa muhalefet hangi adayı seçerse seçsin, o kişi zihinlerde sert bir sınamaya tabi tutulacak ve muhtemel bir ‘saatli bomba’ olup olmadığı sorgulanacaktır.
Ancak yine de muhalefetin son ana kadar teknik konuların ötesine geçmeme ve ancak o zaman aday konusunu gündeme alma ihtimali daha yüksek. Bu durumda yukarda söylediğim üzere Kılıçdaroğlu’nun adaylığını engellemek çok zor olacaktır. Nitekim Kılıçdaroğlu da durumun farkında gözüküyor. Bürokrasiye konuşması, helalleşme daveti CHP kalıpları dışında bir cumhurbaşkanı olabileceği duygusunu vermeyi amaçlıyor. Ama muhtemelen aynı zamanda gerçekten de o kalıpların dışına çıkma istek ve iradesini yansıtıyor.
Dahası CHP Başkanı seçilme şansının hiç de az olmadığının farkında gibi davranıyor. Son bir ay zarfındaki saha çalışmalarının verilerine göre (kararsızlar dağıtıldıktan sonra) oylar şöyle: Ak Parti 31-34 , MHP 5-9 , CHP 25-28 , İyi Parti 12-16 , HDP 9-14 , Gelecek+DEVA+SP 5-8 , diğerleri 1-3. Yani ortalama alırsak Ak Parti 32,5 MHP 7 CHP 26,5 İyi Parti 14 HDP 11,5 Gelecek+DEVA+SP 6,5 diğerleri 2.
Diyelim Kılıçdaroğlu aday oldu. Şöyle varsayalım: (1) Ak Parti, MHP ve CHP tabanı fire vermez ve kendi adaylarını destekler; (2) ‘Diğerleri’ grubu Erdoğan’a oy verir; (3) HDP tabanı (bölgede yapılan bir çalışmaya göre) yüzde 10 Erdoğan’ı yüzde 80 Kılıçdaroğlu’nu destekler ve gerisi sandığa gitmez (4) İyi Parti, Gelecek, DEVA ve SP tabanı ise yüzde 10 Erdoğan’a, yüzde 50 Kılıçdaroğlu’na oy verir, geri kalan yüzde 40 sandığa gitmez…
Bu durumda Erdoğan yüzde 32,5+7+2+1+2=44,5 alacaktır. Kılıçdaroğlu ise 26,5+9+10=45,5 alabilir gözüküyor. Diğer deyişle Kılıçdaroğlu’nu adaylıktan caydırmak göründüğünden çok daha zor çünkü kazanabilir… (Tabii kendisi ve partinin üst yönetimi CHP kültürünün getirdiği geleneksel ideolojik bağnazlıkların dışında kalabilirlerse.)
İktidarın ‘keşke Kılıçdaroğlu olsa’ temennisinden hareketle Kılıçdaroğlu’nun kaybedeceğini varsaymak, ideolojik takıntıları nedeniyle hemen her konuda akla ziyan işler yapan iktidarın seçim ve aday meselesini ‘doğru’ değerlendirdiği kabulünü gerektirir. Ancak iktidar muhtemelen rakip Kılıçdaroğlu olduğunda elinde hazır şablonlar olduğu ve o şablonların iş görmeye aynen devam edeceğini varsaydığı için böyle ‘düşünüyor’. Gerçekten serinkanlı bir Türkiye analizine sahip olduğu için değil…
Velhasıl muhalefetin ya devlet yönetimi, dış politika, Kürt meselesi, kamusal alan ve vatandaşlığın sınırları gibi ana konularda anlaşarak cumhurbaşkanı aday seçimini kolaylaştırması ya da işi oluruna bırakıp Kılıçdaroğlu’nun muhtemel adaylığına hazır olması gerekiyor. Böyle bir ihtimal karşısında ana muhalefet partisinin başkanına ‘çekil’ demek ahlaki açıdan da savunulabilir gözükmüyor. Hem kim bilir belki böyle bir gelişme çeşitli hayırlara vesile olur, siyasetin normalleşmesine ve insanileşmesine hizmet eder…
İttihatçılığın karşısına nedamet getirmiş Kemalizm’in çıkması tarihsel açıdan gayet ‘anlamlı’ olmak bir yana, cemaatçi sertliği yumuşatıp ülkeyi rahatlatabilir, yeni bir vatandaşlık ve devlet anlayışına doğru ilerlenmesine vesile olabilir…