Fizik dersleri alırken, çocuk aklımla beni en çok şaşırtan bilgi, aynı kutupların birbirlerini ittiği, zıt kutupların ise çektiği bilgisiydi. Aslında bu tabiattan gelen bir îkazdı. Daha sonra beşerî - târihsel durumlarda da bu hâlin geçerli olduğunu gördüm. Diyâlektik metod hakkında bilgi sâhibi olduktan sonra pek çok şey zihnimde daha da aydınlandı.
Gûya Hz. İsa çarmıha gerilmeden evvel, hücresinde geçirdiği son gecede, bir an gelir ve ölüm korkusunu iliklerinde hisseder ve göklere seslenir: “Baba korkuyorum”… Göklerden cevâp gelir: “Korkmasaydın cesâretin ne manâsı kalırdı?”… Bu hikâye doğrusu çok hoşuma gider. Eğer cesâret denilen bir şey varsa, anlaşılıyor ki, bunun geri plânında korku vardır. Cesâret derin bir korkunun aşılmasından neşet eder. Cesâret, eğer varsa korkuların içinden süzülerek gelir, korkusuzluktan değil.
Merhûm Târık Buğra’nın Küçük Ağa başlıklı çok hoş bir romanı vardır. Romanın ana karakterlerinden birisi de, Sâlih isimli, zar zor askere alınan, korkak, sinik; üstelik çolak bir neferdir. Çolak Sâlih’in, yaşadığı tecrübelerle nasıl bir kahramana dönüştüğünü anlatır Târık Buğra bu romanında. Zamânında, yanlış hatırlamıyorsam 1980’li senelerin başlarında Yücel Çakmaklı’nın yönetmenliğinde, roman dizi olarak çekilmiş ve TRT’de oynatılmıştı. Merhûm Fikret Hâkan da Çolak Sâlih rolüyle çok başarılı bir performans ortaya koymuştu. İnsan “Hey gidi günler…” demekten kendisini alamıyor. Bekir Ağırdır dostumun, “Türkiye Şaban’dan Recep İvedik’e nasıl geldi?” kabilinden simgesel, çok zekîce bulduğum bir sorusu vardır. Doğrusu, son gelişmelerden sonra benden kendisinden ilhâm alarak, “Türkiye ne ara Çolak Sâlih’ten Polat Alemdâr’a geldi?” sorusunu sormaktan kendimi alamıyorum…
Herhâlde yozlaşma dedikleri bu olsa gerekir. Bir toplumu var eden ahlâkî değerlerin nasıl öğütüldüğünü, içinin boşaltıldığını, kimlerin eline düştüğünü hüzünle seyrediyoruz. Cesâret değeri de bundan nasibini alıyor. En büyük yanılsamalardan birisi, cesâretin iki olmayacak şeyle karıştırılmasıdır. Bunlardan ilki gözükaralıktır. Cesâret gözükaralık değildir. İki üç yaşındaki bir çocuk uçuruma hiç çekinmeden yaklaşabilir ve kendisini boşluğa bırakabilir. Bu cesâret değil, düpedüz gözükaralıktır. Bilgisizlikten kaynaklanır. Çocuk ne yer çekimini, ne de ölümü bilir.. Korkular veridir ve hayatta kalmak içgüdüsünden temellenir. Cesâret ise ikinci tabiatımızdır. Adanılan şeyler adına sâhip olunan şeylerden vazgeçmeyi anlatır.
İkinci olarak cesâretin karıştırıldığı bir başka şey de meydan okumaktır. Cesârete değer katan mutandan olmamasıdır. Cesâret raconsuzdur, gösterişsizdir. Ama gâliba gösteri toplumunda o da bir gösteriye dönüşüyor, çadır tiyatrosu kıvamında teatralleşiyor. Cârî kültürde eylemenin yerini performanslar aldığı için olsa gerekir, cesâret de artık bir performans konusudur.
Şimdi de esas sebeplere bir bakmak gerekiyor. Modern Türkiye’nin târihi bir bakıma kurumsal birikimimizin “kayıtsız” ilişkilerin hâkimiyeti altına girdiği süreçlerden mürekkep. Kayıt dışı veyâ kitabına uydurulmuş bir ekonomi, kayıt dışı veyâ kitabına uydurulmuş siyâsetlerle iç içe giriyor. Kapitalist dünyâ, hayâtı kayda almış olmakla müftehirdir. Ama biliyoruz ki, bu sermâye birikiminin sadece bir yüzüdür. Diğer yüzü ise onun karanlık yüzü; yâni kayıt dışı dünyâsıdır. Gâliba bütün maharet bunların arasına bir mesâfe koyabilmektir. Alain Minc, Yeni Orta Çağ kitabında Mafia’nın kapitalist dünyânın ürettiği bir oluşum olduğunu yazar ve şunu ekler: Bütün mesele Mafia’nın kurumların neresinde, yâni “arkasında”, “yanında” veyâ “içinde” olduğudur. Gâliba değerlerin dağılımını da bu konumlanmalar belirliyor.
Şimdi düşünüyorum da, İki Kutuplu Dünyâ’nın çöktüğü süreçlerde yaldızlanan, yüceltilen “Sivil Toplum” kavramının pratikte insanlığa hediye ettiği de dünyânın her zaman olduğundan daha fazla mafyoz bir dünyâya dönüşmesidir. E. Hobsbawm’ın Sosyal Haydutluk kitabı bu dinamiklerin kültür kökenlerini anlamak için çok faydalı bir kaynak. Cesâret, erdem, kahramanlık, adâlet gibi değerlerin kayıt dışı alanlarla nasıl buluştuğunu ve içinin nasıl boşaldığını buradan tâkip etmek mümkün.
Türkler, Kurtlar Vâdisi dizisini derin bir bağımlılıkla tâkip etti. Bugün yaşadıklarımızı da aynı iştiha ile takip ediyor.. Dizi nihâyet gerçeklikte karşılığını buldu. Kirli bir senaryo bu… Vasat zekâlıların Pekerolojik analizleri insanı yoruyor. İçimizde biraz insanlık kaldıysa bunun bir bulantıya dönüşmesi de kaçınılmaz. O zaman bir panzehir teklif edeyim.. Bu ruh bulantısına birebir. Youtube’da izleyin.. Beyoğlu Belediyesi’nin katkısıyla Üstad Doğan Dikmen’in genç arkadaşlarıyla yaptığı Nihâvend Meydan Faslı.. Bir saatlik bir terapi…Garanti ederim, rûhunuz yıkanır, kendinize gelirsiniz..