Tarih: 07.04.2022 23:07

Coğrafyalar üzerine âfâkî bir yazı….

Facebook Twitter Linked-in

“Coğrafya kaderdir” lâfı , hanidir dillere pelesenk oldu. Pek çok stratejist bu lâfı , olur olmadık yerlerde kullanıyor. Bahsedilen coğrafyanın ne olduğu husûsuna gelindiğinde ise her kafadan başka bir ses çıkıyor. Kimileri Ortadoğu’dan, kimileri Yakındoğu’dan , kimileri de Avrupa veyâ Asya’dan bahsediyor. Ezcümle, gâliba aslında coğrafyamızdan pek de emin değiliz. Lâfa îtibâr edecek olursak , yâni eğer coğrafya kaderse, herkesin keyfe mâyeşâ târif ettiği ,emin olunmayan bir coğrafya ,ister istemez emin olunmayan bir kader doğuracak demektir.

Bir coğrafyadan emin olmak, en başta onun maddî çevresinden , meselâ iklimi veyâ bitki örtüsünden emin olmayı icap ettirir. Trakya ve Marmara havâlisi bu îtibârla Balkanlar’dan uzun boylu bir farklılık göstermez. Balkanlar, Trakya ve Marmara’da devâm eder. Ege ise, tabiî dokusu cihetinden komşumuz Yunanistan’ın tıpkısının aynısıdır. Akdeniz havâlisi olarak bildiğimiz kuşak ise , Kıbrıs, Sûriye, Lübnan , Malta, Mısır , ,Libya, temil güneyleriyle Fransa, İspanya , İtalya , kuzeyleriyle de Tunus ve Cezâyir’in deniz ile bağlantılı kuşağından hiç de farklı değildir. Karadeniz ise , bu havâlide yer alan bir kısım Balkan coğrafyaları ve bilhassa Kafkasya ile örtüşür. İç Anadolu’nun bozkırları ve kesif dağları ise, Asya’yı çağrıştırır.

Modernleşme süreçleri, fizikî coğrafya bilgisi ile siyâsal veyâ coğrafya bilgisinin derin kopukluğunu armağan etti bizlere. Modern siyâsal - kültürel oluşumlar fizikî coğrafyanın ortaklıklarından, yakınlıklarından beslenen târihsel mukadderat bağlarını , ilişki ve etkileşimleri aşındırdı. Kadim siyâsal ve kültürel oluşumlar , elbette mutlak olarak değil, lâkin modern olanlar ile kıyaslandığında fizikî coğrafyanın sunduklarıyla daha fazla uyuşumluydu. Modern siyâsal haritalar , farklı jeokültürel bagajlara sâhip olan modern ideolojilere göre şekillendi. Bu şekillenme ise târihsel mukadderat bağlarını hiçe saydı, ektiği husûmet tohumlarıyla bunları paramparça etti. Hâsılı coğrafya kader olmaktan çıktı. Coğrafyalara sun’i, başka başka mukadderatlar giydirildi.

Konumuza dönelim… Türklerin coğrafyası bir veçhesi olan Batısıyla Avrupa’yı; diğer veçhesi olan Doğusuyla Asya’yı çağrıştırır. Osmanlı mülkü düşünüldüğünde ise Rumeli ve Anadolu alt coğrafyaları olarak , Türkler hem Avrupa hem de Asya arasındadir. Moda tâbirle bu, herkesin ezbere bildiği bir konumlanmadır. Mesele bu konumlanmanın zihinlerde nasıl bir temsil karşılığı olduğuyla alâkalıdır. Kimileri Türkiye’yi Batı ile Doğu arasında bir köprü olarak değerlendirir. Çift yoruma açıktır bu bakış. Türkiye ne Doğudur ne de Batıdır hükmü de çıkarılabilir ; Türkiye hem Doğudur hem de Batıdır hükmü de. Köprü metaforu deşildiğinde, içinde bir tuhaflık, hattâ tâlihsizliğin yattığı hemen anlaşılabilir. Köprü araçsal bir varlıktır. Üzerinden gelinir geçilir. Köprü, ne gelene ne de gidene âittir. Olsa olsa üzerinden geçilir. Bu benzetmenin biraz da bu geliş geçişlerden nemâlanmayı bekleyen basit bir fırsatçılığın mahsulü olduğunu düşünürüm.

Türkiye’yi mutlak olarak Batı ile ilişkilendirmek isteyen ve Doğulu taraflarını budamak isteyenler vardır. Rumelici Yahya Kemal sendromunun çeşitlemeleri derim ben buna. Meselâ , Azra Erhat, Cevat Şakir gibi Hektorcu Türk Hümanizmacıları, bunun bir ucudur. Buna mukâbil ve tepki olarak Türk Doğucuları da zuhûr etmiştir. Anadolucu Mükrimin Halil, Remzi Oğuz, Nureddin Topçu , Büyük Doğucu Necip Fazıl gibi tesirli kalemler temsil eder bu akımı. Hemen hepsi çeşitli boyutlarıyla, doğrudan veyâ dolaylı olarak Rumeli’den rahatsızdırlar. Hızını alamayan kimileri aşırı yorumlarla Asya steplerine , kimileri de dinî hassasiyetler geliştirerek Hicaz çöllerine savruldu. Hâsılı, zihinler parçalandı ve merkezkaça geçti. Zaman ve zemin, muhit ve yaşanmış tecrübelerin birikimi buharlaştı.

Çeşitli türevleriyle Doğuculuk ve Batıcılık arasında sıkışıp kaldık. Yakın târihimize Sultan Alpaslan’dan başlayarak yaşanan Batılılaşma süreçlerinin müktesebatını dışlayan ve fetihleri o coğrafyaların Doğululaştırılması olarak gören ve Türkiye’nin kaderini Doğu’da tutmak isteyenler ile; Doğulu olarak gördüğü herşeyden tiksinip onlardan kurtulmak, Türkiye’nin mukadderatını Batılı değerlere bağlamak isteyenlerin kavgası hakim oldu. Modern zihniyet târihimiz, tekmil çeşitlemeleriyle Rumeli’den kopuk bir Doğuculuk ile Anadolu’dan kopuk bir Batıcılığın kavgalarıyla geçti. Hem kendimize hem de birbirimize yabancılaştık..

Şu aralar , seneler evvel okuduğum Panait İstrati’nin Akdeniz kitabını yeniden elime aldım. Arada Amin Maaloff’un romanlarına bakıyorum. Bâzı pasajların altını çizmişim. Bir de ufuk kelimesine kafayı takmış durumdayım. Bu kelimeye çok büyük haksızlık yaptığımızı düşünüyorum. İnsan zihnini hayâle sürüklediği , belki de hakikâtten kopardığına inanıldığı için çoğulu olan âfâkî düşünmek hoşgörülmemiştir. Hâlbuki ufuk, gökkubbe ile yerkürenin bitiştiği yerdir. Arz ile semânın kaynaştığı yer… Aslında bugün her zaman olduğundan daha fazla âfâkî , ufuklu düşünmeye , coğrafya bilincimizi ufuklu kılmaya ihtiyacımız var. Zihni bir ufuk çizgisinden kubbeli bir hareketle semâya taşımak, oradan da diğer taraftaki ufuk çizgine kavuşturmak. Semâda kaybolmak ve arzda küçük hesaplarla tepişmek yerine ;semâ üzre kurulan hayâlleri yeniden arz ile buluşturmak…Jason Goodwin’in kitabı…Ne güzel bir başlık: Ufukların Efendisi Osmanlılar….




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —