Tarih: 19.11.2024 12:13

Çocuk cesetleri üstüne ülke kurmak

Facebook Twitter Linked-in

“Neyle ödenebilir bunlar? Bir öç mü sadece? Öcü ne yapayım ben, canavarlar cehenneme gidecekmiş; cehennem yaptıkları kötülüğü mahvettikleri hayatı geri getirebilir mi? Öcü alınamayacak gözyaşlarını temele akıtarak bu binanın mimarı olmaya razı olur muydun, yalansız söyle!”

 

Dostoyevski, Karamazov Kardeşler

Gazze’de bir yılda 50.000’e yakın insan ve 17.000’den fazla çocuk öldürüldü. Her gün kolu bacağı kopmuş vücudu kısmen veya tamamen yanmış çocukların görüntüleri “hassas içerik” kaydıyla gözümüzün önüne düşüyor.

Neden oluyor bütün bunlar? Ne oluyor?

Dini, soyu, milliyeti bir tarafa koyarak bakınca görünen nedir?

Elinde fırsatı olan bir grup insan, kendisini savunamayacak durumda olan başka bir grup insanı sürerek, öldürerek evine barkına el koyuyor. Bunun için şehirleri yok ediyor, ötekilerin üzerine bomba yağdırıyor ve o bölgeyi onlardan boşaltıyor.

 

Ve onlardan aldığını başkalarına veriyor.

Filistin’i, İsrail’i, Yahudi’yi, Arap’ı geçip, yukarıdan bir yerden olup bitene bakın. Eğer görme duyunuzu kimlikle, ideolojiyle bozmadıysanız, gördüğünüz bu olacaktır.

Bir tercihin analizi…

İnsan canını aldığı, malına, arazisine el koyduğu insanları zihninden silmeden orada mesut mutlu bir hayat kurabilir mi? Başkasının mutsuzluğu pahasına, orada huzurlu bir hayat sürebilir mi?

Ağlayanın malı gülene hayreder mi?

 

Yoksa insan yaptığı kötülüğü ne kadar mantığa büründürse de ne kadar dini, milli veya ideolojik gerekçe bulsa da hakkına girdiği insanların hayali her an onları rahatsız mı eder?

Sokrates haksızlıkla gasp ederek tahta ele geçiren Arkhealos’un ne kadar mutlu görünürse görünsün aslında mutsuz olduğunu düşünüyordu. Çünkü ona göre haksızlık eden insan, haksızlık ettiğini bilen insan mutsuzdu. Ne kadar izah etmeye, meşrulaştırmaya çalışırsa çalışsın üzerinde hep bunun yükünü taşır, asla huzur bulamazdı. Cezasını çekmedikçe de mutsuzluğu artardı.

İnsan ruhunun derinlerinde neler var, bunlardan hangisi doğrudur, o derinleri görmekten de göstermek de kolay değil. Ama dünyada olup bitmekte olanı görebilir ve orada insanın insana yaptığını gösterebiliriz.

 

“Batan geminin malları”

Başkalarının felaketi, ölümü ve ailesinin dağılması pahasına mutlu bir hayat kurulacağını sanmak vahim bir yanılgı olmalı.

Ama insan bunu da tercih edebiliyor.

Mesele bilmemek de değil. İnsanın bütün bunları bilmeden yaptığını, birini sürüp öldürüp evine el koyarken, bunun yanlış olduğunun farkında olmadığını söyleyemeyiz. Kendisine ev bark “bağışlananların” da bunun nereden geldiğini bilmediğini de söyleyemeyiz. Tıpkı Amerika’nın “keşfinden” sonra orada tarihin en büyük soykırımı gerçekleştirenlerin, orada “yeni dünya” kuranların, oranın yerli halklarının, çoluğu çocuğuyla on milyonlarca Kızılderili’nin nereye gittiğini bilmediklerini söyleyemeyeceğimiz gibi.

 

Bütün mesele Dostoyevski’nin sorusunda aslında: “Temeline gözyaşları akıtılmış bir binanın, şehrin veya ülkenin mimarı olmaya razı olur muydunuz?”

Temelinde çocuk bedenleri olan bir binada oturur muydunuz? Birini öldürüp evine, toprağına el koyar mıydınız? Ya da onları öldüren, evine barkına el koyan otoritenin bir parçası olur muydunuz? Onun sizin adına öldürmesini onaylar mıydınız? Size verdiğini alır mıydınız, yoksa üzerindeki kan lekesi yüzünden hayır mı derdiniz?

Bu soruya verilen “evet” cevabı, İsrail’in etnik temizlik politikasını ve o politik tercih üzerine kurulu hikayesini açıklıyor. Tabii Filistinlilerin 100 yıldır yaşadığı büyük felaketi de.

 

Dünyanın midesi kaldırır mı?

Başkasının evine barkına çöken insanların ya da kibar ifadesiyle “yerleşimciler”in, temelinde çocuk cesetleri olan evlerde, bahçelerde oturmaktan utanıp sıkılmadığı, hatta bunu kendinde hak gördüğü açık.

Ömür boyu çalışıp, yıllar içinde para biriktirip satın almaya gerek kalmaksızın, ev ve arsa sahibi olmak için meşrulaştırma amaçlı olarak anlatılan hikayelerden birini seçmek yeterli.

Atalarımız üç bin önce buradaymış” veya “Tanrı bize buraları vadetmiş” gibi. Ya da çok izlenen bir videoda, İsraillinin “Evimi çalıyorsun!” diyen Arap komşusuna verdiği cevapta olduğu gibi: “Senin evini ben çalmasam başkası çalacak.”

 

Şimdi Gazze’de bombardıman devam ederken, insanlar çaresizlik içinde kuzeyden güneye, güneyden kuzeye savrulurken, İsrail’de daha şimdiden Gazze’nin enkazı üzerinde denize nazır inşaat projelerinden ve Batı Şeria’nın ilhakından söz ediliyor.

O projelerin gerçek mi yoksa acılı insanlarla dalga geçmek için üretildiğinin önemi yok. Çünkü zamana yayılmış biçimde şimdiye kadar yaşanan da bu. Sadece sessiz ve derinden yaşandığı için dünya olup biteni tam olarak görmüyordu. Hamas’ın 7 Ekim saldırısına İsrail’in soykırımla cevap vermesi ve Gazze’de bir yıl boyunca yaşanan vahşet, görmeye en isteksiz olanlara bile Filistin sorununu net olarak gösterdi.

Şimdi artık dünya biliyor ve sekiz milyar insanın mantığa büründürüp mazeret bulması söz konusu olmadığı için hak gaspını bütün çıplaklığıyla görüyor.

 

Şimdi mesele, sekiz milyar insanın ne yapacağı; onların midesinin kaldırıp kaldırmayacağı.

Görmek sorumlu kılıyor ve temelinde çocuk bedenleri olan bu inşaata ruhsat verip vermemek, yeryüzünde yaşayan herkese her şeyden önce ahlaki ve hukuki bir sorumluluk yüklüyor.

Bu yönüyle geldiğimiz noktada mesele Filistin’i de aşıyor. Yaşadığımız dünyanın nasıl bir yer olacağı, dünyanın midesinin bunu kaldırıp kaldırmayacağına, bu haksızlığa izin verip vermemesine de bağlı olacak.

Bunun ne tür sonuçları olacağı tartışılabilir ama kesin olan şu ki, artık herkes, İsrail de bu gerçekle yaşayacak.

“Meyvesi acı olacak”

“Burası senin cennetin. Ama toprağı masumların kanıyla ıslanmış. Peki ya meyvesi? Kara ve acı değil mi?” Agatha Christie’nin kahramanı Hercules Poirot, arazi uğruna bir çocuğu boğarak öldüren kadına böyle sesleniyordu.

Hesabı verilemeyecek, öç alınarak yerine gelmeyecek 17.000 çocuğun acısı var ortada. Geri verilecek hiçbir arazinin veya hiçbir zaferin telafi edemeyeceği muazzam bir acı.

O çocukların çalınan hayatlarından devşirilen meyve de acı olacak. Sürekli bir teyakkuz hali, dünyanın her tarafında ve bir gün hesap sorulacağı kaygısı. Her zaman güçlü olmak, her zaman gardını almak ve her an birinin ifşa etmesinden korkmak. “O mevzu” hiç açılmasa da birileri bunu sormasa da aslında konuşulmayanın ne olduğunu herkes bildiğinin farkında olmak.

Ve er veya geç, bu dosyaların açılacağını hissetmek.

Yahudi düşmanlığı hep vardı; ama bu kez onunla mücadelede en aciz olacağımız zamanlar geliyor. Uzun, yorucu ve herkes için acı verici bir tarihin başlangıcındayız.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —