Sermâye birikiminin insânî yollardan sağlandığı tek bir misâl göstermek mümkün değildir. Servet târihi için de böyleydi. Ama bu, sermâye birikiminin insanlığa yaşattıklarıyla mukayese kabûl etmeyecektir. Sermâye birikiminin târihi kan ve gözyaşı ile yazılıyor. Çin’den son zamanlarda gelen, kalkışma haberlerine baktığım zaman aklıma ilk gelen de budur.
Kapitalist sömürü piyasa şartlarında içe doğru, dünyâ işbölümünün yeniden yapılandırılması bağlamında dışa dönük olarak işliyor. Bu, içeride emeğin baskılanması ve sömürülmesi, dışarıda ise sermâyenin genişlemesi çerçevesinde proleter ulusların aynı sömürüye mâruz bırakılmasını ifâde ediyor.
Vakıa ve hâdiselerin safhalarına baktığımızda bu iç ve dış dinamikler arasında hayret verici ilişkiler olduğunu da görüyoruz. Çarpık ve eşitsiz dünyâ işbölümünün sağladığı fırsatlar üzerinden bir refah yanılsaması yaşanıyor. (Orta sınıflaşma bunun diğer ismi). Merkez birikim toplumlarında sermâye, yarı merkez ve çeper dünyâların dünyânın artığını çekerek, bunun bir kısmını kendi işçi sınıflarına aktarabiliyor. Bilhassa II.Umûmî Harp sonrasında yaşanan da bu olmuş; yeniden bölüşümcü refah toplumları ortaya çıkmıştır. Amerikan toplumunun kültürel olarak dünyâya pompaladığı refah veyâ tüketim toplumunun standartları bu artık çekme işinin fonksiyonudur. Demokratik yapılar bunun siyâsî ve hukûkî veçhesini ortaya koyar. Kaba bir takvimlemeyle 1945-1970 sonlarına kadar devâm eden hegemonik medeniyet kurgusu olarak bunun üzerine oturur. Senaryosu basite şudur: “Üretin, zengin olun, paylaşın ve refaha erin”.. Elbette bunun çeşitlemeleri de vardı. Meselâ Komünist Blok, yeniden bölüşümü pazarlığa kapatıyor, refahı erteliyordu. Sovyet halklarına, “evvelâ kavgasız gürültüsüz, tam bir itaatkârlıkla çalışalım. Bunun nimetlerine belki bu fedâkârlıkta bulunan nesiller değil ama sonrakiler elbette ulaşacaktır” deniliyordu. Bahsedilen refah toplumuydu. Batı ise, Sovyetler’in ertelediği işi, yâni demokratik yeniden bölüşümü cârî kılıyor ve ideolojik bir üstünlük ele geçiriyordu. Postkolonyal toplumlara, tâze uluslara sunulan reçete farklı değildi. Onlara söylenen şuydu: “Bağımsızlık istediniz, verdik..Artık nazar etmeyin, çalışın, sizin de olur” deniliyordu. Hâlbuki bu, tâze uluslar için çıkmaz bir sokaktı. Unutturulan, yeni postkolonyal işbölümünde, kolonyal devirlerdeki ekonomik ayrıcalıkların titizlikle muhafaza edilmiş olmasıydı. Sermâye eksikliği ve ekonomik sömürünün devâm etmesi bu toplumların başta “devlet” olmak üzere yeni kazanımlarını da çürüten, bir iç talan, irtikap, rüşvet ağlarını, iç savaşları, başta darbeler olmak üzere çeşitli siyâsal istikrarsızlıkları doğurmaktan başka bir işe yaramadı.
Katman katman mühendisliği yapılan ve tekmil dünyâya dayatılan bu hegemonik kurgunun aslında ne kadar dar görüşlü olduğunu yaşadığımız zamanlar bize gösteriyor. Refaha ermiş toplumların daha üretken olacağını, bunun da ilânihaye devam edeceğini varsayıyorlardı. Hâlbuki refah etkisi üretkenliği arttırmıyor; tam tersine düşürüyordu. Orta sınıflaşma aslında ekonomik verimlilik kıstasına vurulduğunda lümpenleşmeden başka bir şey değildi. Evet ellerinde daha vasıflı bir işgücü vardı. Ama bu işgücü, artık üretmekten çok tüketmeyi, rutin işleri yerine getirerek, bir an evvel emekli olmayı tahayyül eden kısır bir zihniyete sâhipti. Üretkenliği düşen, ama artık çok pahalı hâle gelmiş olan bu “emek” piyasası, zaman içinde sermâyenin de verimliliğini düşürecekti. Çin mûcizesi tam da burada ortaya çıktı. Kârlılıkları azalan çok sayıda Batılı sektörün, emek piyasalarının işsizlikle ve çok düşük ücret seviyelerinde seyrettiği, sıkı bir komünist diktatörlükle baskı altında tutulduğu Çin’i mesken tutması bunun içindir. Batı bu süreci destekledi. Elindeki nitelikli orta sınıfın seçkinlerinden meydana gelen buluşçu, teknolojist bir nesile inanıyorlardı. Çin, Batı’nın safrasını boşalttığı bir sanayi çöplüğü olacak, onlar da artığı Çin’den çekecek, teknolojik üstünlükleri, tekelleri kullanarak hâkimiyetlerini devâm ettireceklerdi. Bu beklenti de hayâl kırıklıklarıyla nihâyete erdi. Çin, kendisinden beklenmeyen bir şekilde teknolojik bir sıçrama yaptı ve ileri standartlar geliştirmeye muvaffak oldu. Daha ileri gitti ve Çin’deki birikimi yeni merkantilizme taşıyacak adımlar atmaya başladı. Bu gelişmeler, Batı merkezli dünyânın sonu ve Çin(Asya) merkezli yeni bir dünyânın kurulmasının mukadder olduğu tezini kuvvetlendi. Sorun, Batı’ya karşı duyulan yılgınlığa dayalı olarak, Çin’in yükselişini bir kurtuluş olarak algılamasıdır.
Aslında Çin, geldiği aşamada, kapitalizmin kriz yüklü küresel-târihsel çevrimlerine girmiş oldu. Artık parti, ÇKP de bir orta sınıfın varlığını kabûl ediyor. 2019 Krizi sonrasında ekonomipolitik doğrultularını yeniden târif etti. Artık alâkasını iç tüketimde yoğunlaştıracağını, eşitsizlikleri gidererek orta sınıf standartları aşağıya doğru yaygınlaştıracağını ilân etti. Aslında bu bir perdeleme. Süreç tam aksine işliyor. Orta sınıf göndermeleri son derecede aldatıcı. ÇKP, orta sınıflaşmanın Çin için ne kadar büyük bir tehlike olduğunu görüyor. Şimdiye kadar orta sınıflarını idâre etmeyi başardı. Demokratikleşmenin bunu ne kadar tehdit ettiğini de biliyor.
Radikâl bir karar vererek orta sınıfları bastırmaya karar verdi. Bunu da elindeki teknolojik-dijital imkânları kullanarak yapacağına inanıyor. Aslında mesele ne ABD ne Çin meselesi. Mesele sermâyenin insanlık karşısındaki konumu. Evvelâ emeği bastırdılar, daha sonra görece serbest bırakıp demokrasi-tüketim ikilisiyle oyaladılar. Şimdi ise onu toptan târihin nesnesi kılmanın derdine düştüler. Hepsi bu..