Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Cihanşümul Perspektife Yabancılaşmak

Kamil Ergenç azdı;

Cihanşümul Perspektife Yabancılaşmak

“Başkasının yumruğunu yemeyen kendi yumruğunu balyoz zannedermiş” diye bir söz vardır Anadolu’da. Kendisiyle büyülenmiş, bencil ve narsist tavrın/tarzın/ tutumun tasviri (ve akıbeti) bakımından çok önemlidir bu söz. Hem bireysel hem de toplumsal boyutları içkindir. Bencillik, kibir ve kendini dev aynasında görme gibi eğilimler nedeniyle başkalarıyla temas kurmaktan imtina eden fertlerin/toplumların başına neler gelebileceğine dair bir sonuç çıkarılabilir buradan. Yumruğunun gücünü abartanlar, bu abartının neye mal olduğunu anladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. Nitekim Osmanlı modernleşmesi biraz da böyle bir perspektifin sonucudur. Savaş meydanlarındaki üstünlüğün verdiği özgüvenle kendi dışındaki dünyaya karşı ilgisini kaybettiği (güç zehirlenmesi yaşadığı) için 16.yüzyıldan itibaren iktisadi, askeri, entelektüel ve siyasi karizmasını kaybeden imparatorluğun yaşadığı travmaların izleri hala tazeliğini koruyor. Lakin bu travmaları ve (travmayı yaratan nedenleri) hem fert hem de toplum olarak yeterince iyi etüt ettiğimiz söylenemez. Romantik, nostaljik, kurgusal, vülger tarih anlatısının anaforunda debelenmeye devam ediyoruz. Dışarıda ne olup bittiğine dair farkındalık yoksu(n/l)luğumuz her geçen gün derinleşiyor. İçe kapanmanın zorunlu sonucu olan taşralılık ve muhafazakarlık “yerlilik-millilik” klişelerinin gölgesine sığınarak devam ediyor. Hem de burjuva Protestan kültür kodlarından esinlenen bilginin (modernlik/post-modernlik veçheleriyle) küreselleşme adı altında bütün yerellikleri aşındırdığı, ulus-devletleri tehdit ettiği bir zamanda…

Ulusal sınırları(mız)ın dışındaki kültürel/entelektüel/siyasal gündeme dair kayıtsızlık, yurtiçinde kendisi dışındakilerle konuşma liyakatini kaybetmiş “hizipleri” besliyor. Her alanda mahkum olduğumuz tek boyutlu, basmakalıp, birörnek, tek düze yaklaşımlar ufkumuzu daraltıyor, ruhumuzu sömürüyor, benliğimizi törpülüyor… Sadece kendisi gibi düşünenlerle konuşmayı yeğleyenler, başkalarının ne dediğini merak etmiyor, onlarla müzakere ve müşavere etmeye gerek duymuyor… En sahih düşüncenin, en doğru yorumun, en mükemmel yaklaşım biçiminin kendisine ait olduğunu zannedenler (farkında olmadan ya da olarak) hikemi ve irfani perspektife yabancılaşıyor. Başka yerlerde daha derinlikli ve nitelikli çabaların olabileceğine ihtimal vermiyor. Düşüncesini başka düşüncelerle sınamadığı için, kendisini yenileme ihtiyacı duymuyor. Küresel/evrensel/cihanşümul bir vizyona sahip değil… Çünkü böyle bir vizyona sahip olmak, oldukça ciddi bir ilmi/entelektüel/siyasal çaba gerektiriyor. Bu çabayı göze alacak sabır, sebat, merak, hayret, tutarlılık ve cesaretten yoksun olduğu için kolay olanı seçiyor, kafa konforunun bozulmasını istemiyor. Platon’un mağara metaforunda olduğu gibi gölgeleri hakikat zannederek ömrünü tamamlıyor. Ait olduğu hizbin üstadından/ aydınından/ aliminden/ entelektüelinden/ gazetecisinden başkasını tanımıyor. En sahih bilgilerin, en muteber yorumların kendi hizbi tarafından temsil edildiğine ikna olmuş. Hakikatin parlaklığının ortaya çıkması için fikirlerin çarpışması gerektiği temel ilkesinden habersiz.

Halihazırda elimizin altında bulunan gerek modern gerekse geleneksel döneme ait ilmi/ entelektüel birikimin başka kültür havzalarıyla kurulan temasın sonucu olduğunu bilmiyor. Kendisi gibi düşünmeyenlerle kuracağı duygusal-düşünsel ilişkinin/iletişimin manevi tekamülüne sağlayacağı katkıdan bihaber. Hizip içi gündemin dışına çıkma cesareti göster(e)miyor. Çünkü sadece orada anlaşılıyor ve alkışlanıyor. Şairin dediği gibi  “insanlar hangi tarafa kulak kesiliyorsa diğerine sağır.” Oysaki 2003 yılında, meşhur Irak Tezkeresi mecliste oylanacağı zaman, Türkiye’de farklı ideolojik havzalar “Irak’ta Savaşa Hayır” başlığı altında ortak tavır alabiliyor, nümayişler-seminerler tertip edebiliyor ve ortak bir bildirinin altına imza atabiliyordu. Bugün birbirlerini görmeye bile tahammülleri yok… İslamcılar, devletin siyasi mahkumları terbiye etmek(!) amacıyla cezaevleri üzerindeki ceberut elini sorguluyor, ”F tipi hücreye hayır” diyerek ölüm orucu eylemine katılanları ziyaret ediyor, röportajlar yapıyor ve dergilerinde yayınlıyorlardı. (1)  Bugün ise muhafazakarlık tarafından massedilen İslamcılık, statüko savunuculuğu yapıyor…

Farklı ideolojik tercihleri olmasına rağmen Sezai Karakoç’la Cemal Süreyya aynı sohbet ortamını paylaşabiliyor, Türkiye’nin edebiyat-sanat-kültür hayatının mahiyeti ve keyfiyeti hakkında müzakere edebiliyorlardı. Ali Şeriati’nin derslerine her kesimden insan katılabiliyordu. Kurtuba kadısı İbn-i Rüşt’ün sohbet halkasında farklı inanç gruplarından insanlar bulunuyordu. Endülüs’ün ilim-kültür-sanat hayatına Müslüman filozoflar istikamet tayin ediyor, Avrupa’nın seçkinleri çocuklarının eğitimi için bu filozofları tercih ediyorlardı. (2) Gazali’nin felsefenin maksadına dair yazdığı eser/ler Batı’da yıllarca ders kitabı olarak okutuluyordu.(3) Habeşistan muhaciri Cafer(r.a)’in kralın huzurunda, hiçbir komplekse kapılmadan, Hıristiyan ulemaya yaptığı etkileyici konuşma, Yüce Kur’an’ın muhatabına bahşettiği cihanşümul perspektifin idrakinde olmasının sonucuydu. Pekiyi ne oldu da aynı Kitabın bağlıları bugün kendi aralarında bile konuşamaz hale geldiler? Küresel entelektüel gündemin dışında kaldılar ve tarihin taşrasında yaşamaya razı oldular. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu İslam dünyası toplumları arasında, İslami referanslardan ilham alarak küresel entelektüel gündeme katkı sunan bir tek Müslüman mütefekkirin olmaması kendimizi yerelin/ taşranın sınırlarına hapsetmenin sonucu olabilir mi? Ulus-devlet paradigmasının zihinlerimiz etrafına ördüğü çitleri aşma cesareti gösteremediğimiz sürece tarihin taşrasında yaşamaya devam edeceğiz. Ulus devletin himaye ettiği batıni/ezoterik/mistik/neo-işraki din diliyle yüzleş(e)mediğimiz sürece hikemi ve irfani boyutları havi bir düşünsel-eylemsel duruşun mümessili olamayacağız. Neo-İşrakilik aklı tahfif ederek keşf/sezgi/rüya/efsun odaklı bir dini hayatı terviç ediyor. Metafizik spekülasyonlarla muhatabını düşünemez, akledemez hale getiriyor ve mutlak edilginliği besliyor. Böylece İslam manevi bir tatmin vasıtasına indirgeniyor. Yerel ve küresel baronların hoşnut olacağı bir din dili böylece meşruiyet kazanıyor…

Modern değerler sisteminin Judeo-Hıristiyan karakterinden bihaber yaşamaya devam ettiğimiz sürece, muazzez İslam’ın putkırıcı beyanının künhüne vakıf olamayacağız. Evrensel vizyonun yerini yerli ve milli hassasiyetler ve/veya ulusal çıkarlar (ki bunlar birbirini besleyen iki olgudur) alınca insanlık ailesine hitap eden mübarek Beyan yerelleşti. Bu yerellik içinde her üstat(!) sadece kendi hizbine/mahallesine/gettosuna/partisine/kliğine hitap ediyor. Anlı şanlı “prof” larımızın müktesebatları Edirne’yi/Ardahan’ı öte tarafa geçince (bir anda) sıfırlanıyor. İnsanlık ailesine hitap etmeyi başaramıyorlar. Çünkü söylemlerini yerli ve milli hassasiyetlere, ulusal çıkarlara ve/veya etnik-mezhebi klişelere göre inşa etmişler. Küresel/cihanşümul perspektife sahip değiller. “Ey insanlar“ diyen bir dinin mensubu olmalarına rağmen, ısrarla “sevgili hemşehrilerim”,” kıymetli vatandaşlar” ya da “muhterem Müslümanlar” demeyi sürdürüyorlar. Aziz İslam’ı sadece Türklere özgü bir din olarak anladıkları ve anlattıkları için, Misak-ı Milli sınırları dışına çıktıklarında bocalıyorlar. Hatta yurtiçinde bile herkese hitap ettiklerini söylemek güç. Türkiye’de kamusal otoritesi olan (yani ilmi/entelektüel yetkinliği ve her koşulda adalete/hakkaniyete bağlılığı tartışılmaz olan) bir tane bile mütefekkirin olmaması iç acıtıcıdır. Buna mukabil yüzlerce hatta binlerce trol, aparatçik, holigan, hizip adamı kültürel/entelektüel/siyasi hayatın canına okuyor. Entelektüel çöl her geçen gün büyüyor… İslam düşünce geleneği/tefekkür mirası bile artık yerel/ulusal kodlara göre parselleniyor. Buna göre Türkler için en uygun gelenek Hanefi-Maturidilik olarak öne çık(arıl)ıyor. Böyle olunca Kürtlere Şafi-Eş’ari, Araplara Hanbeli-Selefi, Farslara Şii-Caferi, Mağriplilere ise Maliki-Zahiri gelenek kalıyor. Merhum Şeriati insanın dört zindanını yazmıştı: “Tarih, toplum, tabiat ve benlik”. Bugün yaşasaydı herhalde bunlara bir dört daha eklerdi: yerlilik, millilik, ulus-devlet ve hizipçilik…

 

1- Merak edenler Haksöz Dergisi’nin 2001 tarihli 118.sayısına,2003 tarihli 148.sayısına ve Yürüyüş Dergisi’nin 2001 tarihli 9.sayısına bakabilir.)

2-Prof.Dr. Philip Hitti/Siyasal ve Kültürel İslam Tarihi/Çev. Prof. Dr. Salih Tuğ/ Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay./I.Baskı/İst.2011

3- Bkz. İSAM/İslam Ansiklopedisi/ Gazali Maddesi

 

Kaynak: fafklı Bakış



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER