Tarih: 18.12.2021 01:05

Cihan Aktaş: “Bir Anadolu yüzyılı romanı yazayım istedim…”

Facebook Twitter Linked-in

Cihan Aktaş’ın son romanı Şair ve Gecekuşu Ekim ayında yayımlandı. Çıkar çıkmaz alıp okumaya başladım ama epey hacimli bir kitap olunca röportajı ancak şimdi yapabildik.

Romandan kısaca bahsedeyim. Cumhuriyet’in hemen öncesi ve hemen sonrasındaki dönemde geçiyor; birinin vefat ettiği sırada diğerinin henüz çocukluğunu yaşadığı fakat hayatı kavrayışları birbirine benzer iki kadının hikâyesi diyebiliriz.

Biz varlıklarından ilk kez haberdar olsak da Çankırılı şair Cevriye Banu da Nimet Gecekuşu da gerçekten yaşayan insanlar. Cevriye Banu köyün eşrafından… Babasının ardından evi, ocağı yöneten, koruyan bir kadın; aynı zamanda tarikat ehli, şeyhiyle karşılıklı şiir okuyan, değerlendiren, ocak başını âşıklara, ozanlara açan ve şiirleri zaman zaman İstanbul’daki dergilerde yayımlanan bir şair.

Nimet Gecekuşu ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında liseye kadar okuyabilen, İstanbul’da bir konakta (Babası Enver Paşa’nın ailesinin yanında çalışıyor) yaşayan gencecik bir kız. Kılık kıyafet değişikliklerinin dayatıldığı günlerde dindar bir babanın, toplumsal hayatta bozulma olarak gördüğü yeni alışkanlıklardan korumak kaygısıyla İstanbul’dan alıp Erzincan’daki köyüne götürdüğü kızlarından biri. Bir çeşit zorunlu göçe maruz kalan Nimet, kopartıldığı İstanbul’u ve İstanbul’daki hayatını, aklını ve becerilerini yıllar içinde köydeki hayatla buluşturuyor.

Her kitap gibi Şair ve Gecekuşu da en nihayetinde okuyucusuna tâbi: İki kadının romanda buluşan hayatları, yakın tarihimiz üzerinde yeniden düşünmemize imkân veriyor.


Şair Cevriye Banu’nun, arkasında şiirlerini okuduğu kafesten bir parça.

Romanınızda otobiyografik izler de gördüm, bana mı öyle geliyor? Anneler, kız kardeşler, Erzincan…

Otobiyografik değil sevgili Gülsüm ama evet Erzincan ve üç kız kardeş benzerliği var. Nimet Gecekuşu gerçek bir kişi ve kardeşimin eşi Seval’in babaannesi.  

Nimet ve Cevriye köyde yaşıyorlar, elbette savaş, bulaşıcı hastalıkları, kıtlık, seferberlik etkiliyor bu köyleri. Cevriye’nin hayatı, arada bir değirmenleri teftişe veya taziye ziyaretlerine gitmesi dışında hemen her zaman konakta geçiyor. Her ikisi de aslında İstanbul’u takip ediyorlar, Nimet’inki daha umutsuz bir takip, sonuçta o İstanbul’da doğup büyümüş, rüştiye mezunu, tahsil ve meslek hayalleri var, bu sebeplerle köye isteksiz geliyor, kendini köyde gömülmüş gibi hissediyor. Hatta İstanbul’la ilgili yeni, ilginç gelişmeleri haber veren gazeteleri okumaktan kaçınıyor. Çünkü kendisinin bulunmadığı bir İstanbul’la uzaktan, hayalinde kaldığı kadarıyla bir bütünleşme sağlayabiliyor.

Dönem romanı gibi başlıyor hikâye ama sonradan zamansız, mekânsız bir anlatıya dönüşüyor, önemli olaylar ve kişiler fonda ufak hatırlatmalarla (Nimet’in ailesinin etraftan gizlenen Alevi kökeni, Enver Paşa ve ailesi, Ermeni meselesi vb.) devam ediyor. Kitaba başlarken planladığınız bir şey miydi?

Aslında zamansız ve mekânsız değil, zaten başlarken bir yüzyıl romanı olacağı fikrine sahiptim. Biri öldüğünde diğer henüz altı yaşındaydı. Cevriye hiç telefonla konuşmadı, romanın sona erdiği 70’lerin başlarında ise Nimet, ayda bir bile olsa Bursa’daki kızıyla telefonla görüşebiliyor.

Her iki kadının hikâyelerinde benzer birçok olay ve olgu var ve ben romanı iki kahraman üzerinden bir olgu romanı olarak düşündüm. Çünkü inanıyorum ki kendi dönemlerinde pek çok kadın benzeri vazgeçmelere mecbur kaldı, içlerinden kimisi yenik hissetti kendini, kimisi de başka meşguliyetlere yöneldi. Cumhuriyet’ten sonra kamusal varlığı büsbütün namevcut sayılan kesimler var ve bu kesimler arasında en fazla göze çarpıp kenara çekilmeye zorlananı başörtülü kadınlar. Geçiş Dönemi Kadınları başlıklı bir makale yazarken Nimet gibi gönülsüzce göçe zorlanan pek çok kadın olduğunu fark ettim. Bu kadınlar hatırat yazmışlarsa bile yayımlanmadı. Onları fark etmiş kişiliklerin hatıratlarında ise kadınların hayatlarına dair ayrıntılar mahremiyet saygısı gerekçesiyle yer bulmamış olabilir.

Bu düşüncelerle işte, İstanbul’da olup bitenin bir şekilde takip edildiği, bir şekilde belirleyici olduğu bir Anadolu yüzyılı romanı yazayım istedim. Bu yüzyılın pek çok meselesi romanıma kahramanlarının bilinciyle yerleşti veya sızdı. Her iki kahramanın karar ve fiillerinde ailevi sorumlulukları büyük rol oynuyor ama bu karar ve fiiller sonuçta mekân özellikleri tarafından biçimlendiriliyor. Mesela Nimet, halkıyla haşır neşir olduğu köylerde “On Altı Pare Köyün Terzisi” diye tanınıyor.

Cevriye Banu ile nasıl tanıştınız?

2010’a doğru olmalı, Tahran’da Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yaratıcı yazarlık dersleri verirken, kadın şairlerimizle ilgili bir ders hazırlamak istedim. Araştırma yaparken de daha önce hiç duymadığım Cevriye Banu adı karşıma çıktı ama hakkında pek bilgi yoktu. Kısa biyografisinde, 1916’da ölmeden iki yıl önce “İnsanlar yanlış anlar,” diyerek divanını yaktığı yazılıydı. Bu gerekçe çok sarstı beni, ayrıca o dönemde bir köy olan Atkaracalar’da divan sahibi, memleketin âşık ve şairlerini “ocak başı” denilen salonda ağırlayan, kafesin arkasından şiirlerini okuyan bir kadın şairin yaşamasını da ilginç buldum.

Cevriye Banu’nun yaşadığı, artık ilçe olan köye vefatından tam yüz yıl sonra gittim. 2016’da kardeşimin tayini Çankırı’ya çıkmıştı. Otobüsümüz şehre yaklaşırken birden Atkaracalar levhası çıktı karşıma. Cevriye Banu’yu hatırlattı isim bana, çok heyecanlandım. Kardeşime rica ettim. Atkaracalar’a gidip Cevriye’nin kardeşinin torunu Ayaş Öztürk’ü bulduk. Daha sonra Ayaş Hanım’ı defalarca ziyaret ettim. O anlattı ben yazdım, ben sordum, o anlattı. Cevriye Banu’yu tanıyan diğer akrabalarıyla da konuştum elimden geldiğince. Başta Yüksel Arslan olmak üzere Çankırı tarihi ve kültürü üzerine çalışmış araştırmacılarla konuşarak yöre kültürü hakkında bilgi edinmeye çalıştım.

Romanda kadınların hayatları, hisleri, gündelik yaşantılarıyla ele alınıyor. Hayat öykülerini birbirine paralel anlattığınız iki kadının (Cevriye Banu ve Nimet) ortak noktası, bütün gayretlerine rağmen sonunda pes etmeleri. Pes etmenin anlamındaki zayıflığa karşın, irademizi kurtaran bir kelimemiz daha var, rıza. Okurken bu iki anlam arasında gidip geldim; bir kabullenme, rıza, razı olma hâline eşlik eden iç tartışmalar da var tabii. Biraz açabilir miyiz burayı? 

Nimet de Cevriye de sonradan mübarekleştirilen kadınlar, yaşadıkları toplumda etkileri sonra da sürüyor. Cevriye’nin vefat ettiği yıl Nimet okula başlıyor. Hayat seyirleri birçok açıdan farklı olsa da benzer şeyler yaşıyor ve düşünüyorlar. Geri çekilmeyi kabul etmiyorlar, Allah’a teslimiyetleri onları ayakta tutuyor, hep iyilik ve adalet yönünde hareket ediyorlar. Hep bir faaliyet içinde olmakta buluyorlar teselliyi. Yetiştirilme şartları itibarıyla arada bir yerde durdukları söylenebilir. Modern kadın bilincine yakınlaşsalar da geleneksel aile nizamına yönelik bir ufukları var. Roman kahramanım Cevriye ömrünün son yıllarında modern şiiri deniyor ama şiirden vazgeçtiği döneme rastlıyor bu. 

İnsanın kendi kelimelerine sadık kalması başarıdır elbette ama Cevriye Banu divanını yakarak, Nimet de arzularının yönünü başka tarafa çevirerek var oluşlarının aksine davranmışlar gibi görünüyor. Bir de mübarekleştirmeden bahsediyorsunuz ya, nasıl; gerçek hayatlarında da evliyadan mı kabul ediliyorlar?

Romanım sonuçta bir kurgu, hele Cevriye Banu hakkında bilgiler son derece sınırlı. Sadece biyografisindeki bir açıklaması ve başka bir biyografide yer alan, ailesini de çok rahatsız eden ve benim de tabii ki rahatsız edici bulduğum “serbest tabiatlıydı,” şeklindeki tanımlamadan hareketle bir akış oluşturdum. Ha, Nimet gibi o da ölmeden mezarının turab (toprak) olmasını istemiş.

Nimet köyde yerleşmeye sonuna kadar direniyor aslında, bu yönde kurallar koyuyor ve buna uyuyor. Kendini koruma çabası içinde olduğunu düşünüyorum, yani yenik ve yıkık bir insan olmamak için çabalıyor. Muhtaçlara faydalı olmada bir anlam buluyor ki bu zaten Cevriye Banu’nun ailesinde kuşaktan kuşağa aktarılan bir tutum. Karşılık beklemeden öğretiyor, dikiyor, tedavi ediyor, yedirip içiriyorlar. Asker mektubu yazıyor, hasta bakıyorlar. Kur’an ve ilmihal bilgileriyle güven oluşturdukları insanlar başları her sıkıştığında onlardan yardım umar hâle geliyor. Mübarekleştirme de böyle başlıyor. Daha sağlıklarında güçlüler veya iktidar peşinde koşanların iddia ve yakıştırmaları yüzünden sınırlanıyor hayatları ama yardımseverlikleri ve öğrettikleri nedeniyle de güçsüzler tarafından yüceltiliyorlar.

Böyle bakınca bile kitapta bir mutlu son yok gibi, ne dersiniz?

Masalların ve pembe dizi romanlarının telkin ettiği bir mutlu son sahnesi vardır ya, bu sahne yüzünden mutluluğu doğru dürüst tanımlayamıyoruz bile. Çift nihayet kavuşur ve hayat sanki o sahnede duraklar. Duygular, tecrübeler bin bir türlü anlam kazanıyor her hayatta, her tecrübede. Aslında “mutlu” diye sunulan o çok yaygın “son”da haksız yere yutulmuş çok fazla söz vardır.

 Kahramanlarım gerçek hayatlarında da sorumluluklarına sonuna kadar sahip çıktıkları için dikkatimi çektiler. Cevriye Banu “Kardeşlerim, yeğenlerim, köyün yoksulları,” diyor, Nimet, “Annem, babam, Fitnat, çocuklarım, öğrencilerim,” diye belirliyor istikametini, bence bu şiarlar kurgudan ibaret değil. Sorumluluk sahibi insanlar, bunun gereklerini yerine getirdikçe iyi hissederler kendilerini. Elbette insani aşkın eksikliğini duydular, sözlerinin kamusal karşılığı konusunda da bir iç burukluğu yaşadılar. Fakat işte, bir hayatı “romantik yalan”dan kurtarıp “romansal hakikat” açısından ele almaya değer kılan sebeplerden biridir; benzeri yoksunluklara rağmen hayatı üstlenebilmek.

İç burukluğu dediğiniz şey aslında kaygı değil mi? İnsanlar yanlış anlar, Cevriye Banu’nun kaygısı; ailesi de Nimet’in. Bugün yaşasalardı yine bu kaygıları taşırlar mıydı? Ya da şöyle sorayım: Bugün yazıp çizen kadınlar ne tür kaygılara sahip?

Yanlış anlama korkusunu oluşturan sebepleri çözümlemek için de sanat ve edebiyata yöneliyoruz. Tabii bu sadece kadınlara has bir korku değil, zayıflık ve kısıtlı kendini ifade imkânları -imkânsızlığı- kuruntuları da büyütür. Ancak kadınlar, iffetsizlikle suçlanma noktasına çekilebilecek yanlış anlamalar yüzünden hep tedbirli ve temkinli olmayı öğrenir.  

Cevriye Banu bugün yaşasaydı, divanını yakmayabilirdi. Kendini ifade ve izah etme yolları artık daha zengin. Bir radyoda konuşurdu, blogda, Instagram’da ifade ederdi meramını belki. Nimet bugün yaşasaydı, babası salgın nedeniyle köye göç etmeleri gerektiğini söylediğinde, eğitimini tamamlamak zorunda olduğunu net bir dille söyleyebilirdi.

Bugün yazıp çizen kadınlar dünkü hemcinslerine göre daha şanslı, ama erkek yazarlara kıyasla daha özenli seçiyorlar kelimelerini. Bunu engelleyici bir bahtsızlık gibi görmüyorum, sınırların bereketine inanırım ama bu sınırları elbette kendimiz benimsemeliyiz. Linç için sebep üretmek isteyen de buluyor. Küfürden nasıl sakındırmalı dili, dahası, küfür küfürle mi savuşturulur? Seninle daha önce benzeri bir konuda konuşmuştuk. İnsan bazen kendini, bazen esin kaynağı kişileri korumak için yollar arar. Estetize etme süreci bir tür hicap işlemi gibi.  

Son olarak da hem kitaptan hem okurdan beklentinizi merak ediyorum?

Bilmediğimiz çok fazla yönü var Anadolu’nun. 19. yüzyılın sonunda Çankırı’nın bir köyünde şair bir kadının memleket şair ve âşıklarını evinin ocak başı denilen bölümünde ağırlayıp da şeyhiyle kafes arkasından şiir atışmaları yapabildiği ortamların varlığını açıkçası Cevriye Banu’yu tanıyınca öğrendim. Onun şiirleri bir değil üç yangın gördü, bunun ne anlama geldiğini ancak bir romanla açabilirdim. İnsan haysiyetini gözeten, zulmü sorgulanabilir kılan yaşantılar için “Başka türlü nasıl olabilir?” diye sormak gerekir sürekli ve ben, bu soruya en etkili cevabı bir romanla ortaya koyabileceğimi düşündüm. Bu romanı yazarken taşıdığım heyecanın sebeplerini okuyucusuna iletebilmiş olmayı çok isterim.

Fotoğraf: Zeynep Arkan   




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —