Marmara Denizinde yaşanan müsilaj felaketi, çevreye hassasiyet gösterilmediği zaman neler olacağını en alakasız insanların bile gözüne sokmuş bulunuyor. Her olayda olduğu gibi bu sorunda da en hızlı kesim medya idi; ekranı günlerce dolduracak bir malzeme bulmanın sevinciyle derhal olaya el attılar. Kamuoyunun yoğun ilgi gösterdiği bir meseleye siyaset bigane kalamazdı; ne kadar çevreci olduklarını göstermek için birbirleriyle yarışa tutuştular. Tabii bir de muhaliflerini zor durumda bırakmak için geçmiş konuşmalardan veya icraatlardan malzemeler çıkarıp kamuoyuna servis ettiler. Apaçık ortada duran bir sorun, günlerce medya bombardımanı ve siyaset ilgisi derken, toplum da günlerce bu meseleyi konuştu.
Sorun görünür olmaktan çıktığında muhtemelen herkes unutacak. Artık bir tarz haline gelmiş olan bu tartışma biçimi, sorunu görünür olmaktan çıkarma dışında hiçbir işe yaramıyor ve hiçbir çözüm üretmiyor. Bu yazımızda bunun nedenlerini ele alıp bir çevre perspektifi geliştirmeye çalışacağız.
Günü birlik gelişmeler o kadar fazla ki, sorun haline gelmeden ülkemizde meseleler kolayca tartışılamamaktadır. Bir sorun kendisini dayattığında veya birileri tarafından suni bir gündemle kamuoyuna servis edildiğinde ise ilk hareket medyadan gelmektedir. Ticari kaygıların da motivasyonuyla program üstüne program yapılmakta, yazılı, sözlü ve görüntülü olarak neredeyse mesele iğdiş edilmektedir. Daha önce hiç konuşmayıp başladıktan sonra da, saatlerce, günlerce aynı konuya odaklanmak; önem vermek veya değerini artırmak anlamına gelmemektedir. Konuşmada makul bir sınır aşıldığında ister istemez detaylara dalınmakta, gereksiz birçok detay arasında gerçek sorun yitip gitmekte ve sebepler arasındaki önem sırası kaybolmaktadır. Konuşulanlar belki doğrudur ama o sınırdan sonra artık aydınlatıcı olmaktan çıkmakta, net bir bilgi karışıklığına yol açmaktadır. Tabii medyanın önceliği yayın saatlerini doldurmak olduğu için, bu tarz asla değişmemektedir.
Yöneticilerin meseleye yaklaşımı, toplumdaki genel tutumdan farklı değildir. En vizyoner hükümetler bile vizyon projeler için harıl harıl çalışmakta ama sorun alanlarında gerekli duyarlılığı göstermemektedir. Çünkü sorun genelde alttadır. Vaktiyle ihmal edilmiş, unutulmuş ama kartopu gibi büyüyerek ortaya çıkmıştır. Uzun soluklu ilgiye ihtiyaç duyarlar; ancak aynı alt yapı yatırımları gibi, kendilerine gösterilen ilginin reklama ve oya dönüşmesine imkân vermezler. Bu yüzden siyasetçi, doğrudan oya dönüşmeyen bu tarz konulara, gizli kaldığı müddetçe fazla ilgi göstermez. Sorun ortaya çıktıktan sonra da yaklaşımda esaslı bir değişiklik olmamaktadır. Bir yol veya köprü projesi gibi ele alınmakta, geniş imkânlarla hızlı bir şekilde üzerine gidilmektedir. Böylelikle o sorun belki çözülmüş olmaktadır; ama bu sorun çözme şekli bir gelenek ve duruş oluşmasına imkân vermemektedir. Miting meydanına çıkan siyasetçi, “şu kadar ağaç diktik, bu kadar park yaptık, şu dereyi ıslah ettik, şu denizi temizledik” diye birçok işten bahsetmekte ama hepsi önemli ve bir sürü masrafla yapılan bu işlerden yola çıkarak, “iktidarın veya muhalefetin şöyle bir çevre politikası var” denememektedir. Çünkü bunlar her politikaya sirayet etmiş çevreci bir anlayışın zorunlu sonuçları, bir bakış açısı, bir duruş değil; yol ve köprü gibi, “çevre için de park yaptık …” üslubuyla bahsedilen müstakil birer projedir!
Çevreci dernekler ise dünya üzerindeki benzerleri gibi genellikle birer ideolojik muhalefet mekânı haline gelmişlerdir. Çevreyi koruma adına, anarşist bir zihniyetle zaman zaman iktidar karşıtlığı ve zaman zaman da teknoloji karşıtlığı yapmaktadırlar. İşini hakkıyla yapmaya çalışan dernekler mutlaka vardır; ancak meseleyi militanca bir motivasyonla ele alanlar daha fazla görünür oldukları için genel algıyı bunlar belirlemektedir. Yerine göre bir çivi çakılmasına bile karşı çıkan bu anlayış, toplumda bir çevre bilinci oluşmasına hizmet etmemektedir. Önceliği muhalefet olan yapılar çevre duyarlılığını araçsallaştırmakta, toplum mühendisliği için elverişli bir alan haline getirmekte ve “çiçek, böcek” üzerinden militan bir muhalefet üretmektedir. Çevreci derneklerin önemli bir kısmı marjinal grupların elindedir ve bunlar ideolojik karşıtlıkla çevre faaliyetlerini iç içe geçmiş bir şekilde yürütmektedir.
“Çevre bilinci, çevre koruma bilinci, doğa bilinci, ekolojik bilinç, çevreye saygı, doğaya saygı” gibi bir çok kavramla ifade edilebilen çevre hassasiyeti, ne yazık ki küresel boyutta, en güçlü devletlerden başlayan bir hiyerarşi ile istismar edilen bir konudur. Gelişmekte olan ülkelerin gelişmesini zorlaştırmak için kullanılmakta ve onlara karşı bir sopa haline getirilmektedir. Onlarca nükleer santrale sahip ülkeler, nükleer karşıtlığını besleyerek başkalarının sahip olmasını engellemektedirler. Vaktiyle atmosfere milyonlarca ton karbon salarak teknolojiye ulaşmış olan ülkeler, bugün karbon salınımına sınırlama getirerek teknolojiye geçişi zorlaştırmaktadırlar. Vaktiyle vahşi bir şekilde sömürerek farklı ülkelerin madenlerini talan etmişlerdir ama bugün madenlerin doğayı tahrip ettiğinden bahsetmektedirler. Çevre hassasiyetini “çevreye dokundurmama, doğal dengeyi bozdurmama” şekline sokarak, gelişmemiş ülkelere karşı bir silaha dönüştürmektedirler. Olup biteni sadece çevrecilik zanneden içyapıları provoke ederek, ülkelerin istikrarını bozmaktadırlar.
Tabii bu meseleler sadece “emperyalizm” başlığı altında ele alınamazlar. Çünkü doğa gerçekten tahrip olmakta ve dünya gittikçe can çekişmektedir. Ancak mevcut çevre politikalarının çözüm üretemeyeceği de ortadadır. Mevcut politikaları iyi niyetli görebilmemiz için gelişmişlik paylaşıma açılmalı, gelişmemiş ülkelerin kalkınmasına küresel desteklerle yardımcı olunmalıdır. Oluşturulacak uluslararası bir fon aracılığıyla zengin ülkelerden para toplanıp, gelişmekte olan ülke sanayilerini çevreye zarar vermeyecek şekle getirmek gerekmektedir. Aksi halde çevre duyarlılığı, “ben geliştim ama siz gelişmeyin, çünkü çevreyi tahrip ediyor” demekle eşdeğerdir.
Küresel emperyalizmin dayattığı “çevreye dokundurmama”, çevre duyarlılığı için gerçekçi bir tavır değildir. İnsan yaşayabilmek için ekmek, biçmek ve bir şekilde çevreye dokunmak zorundadır. “Ekme biçmeyi kastetmiyoruz; o kadar dokunulabilir” dendiğinde ise ne kadar dokunulacağı ve buna hangi kriterle kimin karar vereceği sorunu ortaya çıkar. Arkasında dokundurmama mantığı taşıyan her anlayış, böyle bir belirsizliği ve öznelliği bünyesinde taşır. Teknoloji karşıtlığı üzerinden giden anarşist tavır ise teknolojiyi elinde bulunduranların ekmeğine yağ sürerek onların hegemonyasını pekiştirmekten başka bir sonuç vermez.
Çevre hassasiyetleri için nesnel bir kritere ihtiyaç vardır ve böyle bir kriter çevreci yaklaşımları müzmin muhalif duruştan da kurtarabilir. Biz önerimizi, “doğal dengeyi korumak” cümlesiyle özetliyoruz. Çevrenin asli unsurlarından biri olarak insan çevreye dokunmak zorundadır. Beslenmek için tarla açmalı, ekmeli, biçmeli; barınmak için arsa oluşturup ev yapmalı; iş için fabrika, enerji için santral, ulaşım için yol inşa etmeli; ama bunları yaparken doğal dengeyi korumalıdır. Bir yerde ağaçları kesmek zorundaysa, yanı başına daha fazlasını dikmelidir. Bir yere fabrika yapmak zorundaysa mümkün olduğunca tarım alanları dışına seçmeli, baca ve üretim atıklarının çevreye zarar vermesini engellemelidir. Bir yerde nüfusu çoğaltıyorsa alt yapıyı ona göre kurmalı, bina yapıyorsa yaşam için yeterli boşluk alanları bırakmalıdır.
Gerçekçi tavır “karşı çıkmak” değildir. Elbette ev, fabrika, HES, nükleer santral, yol, köprü, kanal yapılacaktır; ama dikkat edilmesi gereken bunun nasıl yapıldığıdır. Yapılmasına değil yapılış biçimine karşı çıkarak daha etkili neticeler elde edilebilir. Sık sık başvurarak itiraz mekanizmasını ayağa düşürmemek gerekir. İtiraz, en etkili tavır olarak telafisi olmayan durumlar için kullanılmalıdır ki kullanıldığında muhatapları yeniden düşünmeye sevk edebilsin ve yanlıştan döndürebilsin.