Tarih: 30.01.2022 15:24

Cevdet Said: İslam Dünyası Körlük İçerisinde

Facebook Twitter Linked-in

Cevdet Said’e Allah’tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz. 

Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları, Güç, İrade ve Eylem, Din ve Hukuk, Değişim Rüzgârları, Bir Çıkış Yolu, İslam ve Şiddet Üzerine, Âdemoğlunun İlk Mezhebi gibi kitapları Türkçeye çevrilmiş olan ve Suriye’deki çatışmalar nedeniyle Türkiye’de yaşamaya başlayan Cevdet Said’le, İslam dünyasını ve bu dünyanın sorunları üzerine konuştuk.

1931 Suriye doğumlu olan Cevdet Said, Çerkez asıllıdır. Ezher Üniversitesi’nin Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nden mezun olan Said, özellikle Malik bin Nebi’nin kitaplarından ve fikirlerinden etkilenerek, bu yönde bir düşünme biçimi oluşturmaya çalıştı. 50’li yılların sonlarından itibaren başlattığı yazma, araştırma inceleme ve konferans verme faaliyetlerini sürdürmektedir. Eserlerinde özellikle İslamî şuurun yeniden oluşturulması, şiddetin reddi, değişim kavramı, âfâkî ve enfüsî âyetlerin araştırılması, diyalog, anlaşma, uzlaşma, birlikte yaşama gibi konular üzerinde yoğunlaşmasının yanı sıra, çağdaş Arap ve İslâm âleminin yaşadığı düşünsel sorunları ele almakta. İslam dünyasının felsefi ve kültürel değerlerini yeniden dirilterek öze dönmesini amaçlaması gerektiğini savunan Said, düşünsel özgürlükleri ve bunun doğrudan sonucu olan siyasal ve toplumsal değişmeyi, İslam dünyasının en başta gelen sorunu olarak ortaya koymaktadır. Türkiye’de daha çok “Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları” isimli kitabıyla bilinen Suriyeli düşünür Cevdet Said, şiddet karşıtlığı ve Kuran ayetlerine getirdiği farklı yorumlarla dikkat çeken bir isim. Said’in şiddet karşıtı fikirleri, “ılımlı İslam” fikrini savunan çevreler tarafından da son zamanlarda sık sık referans olarak gösterilmekte. Ancak onun temel tezi, günümüz şartlarında tebliğ ve davet faaliyetlerinin şiddet kullanılarak sürdürülmemesi; dahası insanoğlunun gelişiminin artık şiddeti hiçbir biçimde kullanmaması gerektiğine ilişkin bir kavramsal çerçevededir. Özellikle meleklerin “kanlar döken” birinin ilahi hilafete uygun bulmamaları ve Habil’in Kabil karşısındaki tavrını dikkate alarak, insan olmanın şiddetten uzaklığına dair çıkarımlar yapmakta.

“Bireysel ve Toplumsal Değişimin Yasaları” adlı kitabınızda, özellikle “bir toplum kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah o toplumda olanı değiştirmez” ayetine dayanarak, farklı bir okuma yapmaktasınız. Buradan hareket ederek, İslam dünyasının içerisinde bulunduğu şiddet ve baskıcılık şartlarından kurtulamaması durumunu en çok hangi etkenlere bağlamaktasınız?

İnsan irade sahibi bir varlıktır, pasif ve kendisine dayatılmış olan bir yazgı doğrultusunda hareket eden bir varlık değildir. Biz bunu, dikkatli bir okuma ile Âdem’in, yani insanın yaratılış kıssasında müşahede edebiliriz. Orada Allah, yeryüzünde bir halife olarak insanı yaratacağını söylediğinde, melekler itiraz etmiş ama Allah, sizin bilmediklerinizi ben bilirim demişti. Nitekim isimleri öğrenen Âdem, kendi bilme gücünü ortaya koyduğunda melekler bu gerçeği kabullenmiş ama iblis isyan etmişti. Buradan öğrendiğimiz şey ise insanın gerçekliğinin dil ve zihinsel gücüyle ortaya çıktığıdır. Gerçi Âdem ve eşi, iblisin iğvasına kanarak içerisinde oldukları nimetleri kaybetmişler ama akabinde af dileyerek bağışlanmışlardır. Yani daha yaratılışın başında iken, kendi tercihleri sonucu içerisinde oldukları durumu değiştirmişler ve sonra yeniden hakka rücu etmişlerdir.

Günümüzdeki İslam dünyası da, bir zamanlar dünyanın en önemli bilim adamlarını yetiştirdikleri ve örnek bir toplum oluşturdukları halde, giderek atalarını körce taklit etme ve adeta onlara kul olma durumuna düştükleri için, içerisinde oldukları nimetleri kaybederek, sefil ve miskin bir duruma düştüler. Adeta her sorunlarını şiddet yoluyla çözebileceklerine dair olan bir aldanma halidir bu. Bu durum, akıllarını kullanamayanların, yeryüzünde kanlar dökmekten başka bir şey bilemeyenlerin halidir. Oysa Kuran, dinde zorlama olmadığını söyler. Çünkü insan, erdemli ve şerefli kılınmıştır. Sahabiler zorla Müslüman olmadı, gönüllü bir biçimde ve iknaya dayanarak Müslüman oldular. Kuran’ı kendi dilleriyle okuyan Arap toplumlarının istibdattan kurtulamamaları ise oldukça şaşırtıcıdır.

Aslında bu bile doğrudan ayetlerdeki mânanın bir tecellisidir. Çünkü vahye dayanan tecelliler kesintisiz bir biçimde sürmektedir. Allah bize ayetlerini afakta ve nefislerimizde göstereceğini söylemektedir. Geçmişte yaşayan insanların bugün bizim mülaki olduğumuz birçok şeyi bilmesi mümkün değildi. Sözgelimi elektriğin gücü, uzaktan konuşabilme, atomun varlığı gibi. Bunları biz bizzat görerek müşahede etmekteyiz. Oysa o günün insanları için bunlar birer mucizeydi. Fıkıh ve hadisleri tedvin edenler bu gerçekleri bilememekteydiler. Dolayısıyla bugün bizlerin fıkhetme kapasitemiz daha fazladır.

Benim zihnimi ve olaylara karşı bakış açımı değiştiren ise Malik bin Nebi oldu. O güne değin İslam dünyasının en temel sorunu Filistin sorunudur denirken, o, “en temel sorunumuz sömürüye müsait olmamız meselesidir” demişti. Yani bizler şayet içerisinde olduğumuz bu sömürüye müsaitlik ya da Ali Şeriati’nin deyimiyle “eşekleşme” durumundan kurtulamazsak, bizi sömürecek ve güdecek birileri çıkacaktır. Kısacası en temel sorunumuz içerisinde yaşadığımız bu şuursuzluk ve iradesizlik meselesidir. Dolayısıyla da önceliklerimizi ve meselelere bakış açımızı değiştirmedikçe, bu durumumuz da değişmeyecektir.

Cemaleddin Afgani inkılâp yapmak üzere yola çıkmıştı. Oysa Abduh ve onu izleyen Akif ve Said Nursi, öncelikle eğitim ve ıslah düşüncesini savunmaktaydılar. Humeyni de Afgani’yi izledi. Bu konuda sizin yaklaşımınız nedir? Elan içerisinde olduğumuz durum itibariyle önceliklerimiz neler olmalı?

Humeyni elbette önemli bir şeyi başardı, iman ile hareket ederek bir devrimi gerçekleştirdi. Devrim barışçı bir yöntemle yapıldı. Şiddete ve silaha başvurulmadı. Kadınlar harekete geçirildi, topluma kazandırıldı. Cumhuriyetçi bir idare ortaya konuldu. Devrim, öncelikle halkın direnişi ve mücahedesi ile gerçekleştirildi. Ancak daha sonra aynı yöntem sürdürülmedi.

Irak’a karşı sonuçsuz ve anlamsız bir savaşa girişildi. Başlangıçta ne Şiilik ne Sünnilik denirken, daha sonra bu düstur sürdürülmedi. Savaş içerisinde olan İran ve Irak’a otuza yakın ülke silah satmaktaydı. Hem bu silahlara verilen paralarla hem de savaştaki kıyımlarla, sonuçta ümmetin imkânları boş yere heba edildi. Sonunda da bir yere varılamadı. Dolayısıyla onca zorluklarla kovulan sömürgeci güçleri, kendi ellerimizle yeniden bölgeye davet ettik ve tüm çabalarımızın semeresini de heba etmiş olduk. Ne yazık ki Müslümanlar şu anda aşağıların daha aşağısı durumdalar; çünkü akıllarıyla hareket etmiyorlar, duygularıyla hareket ediyorlar, akılsızca birbirlerine saldırıyorlar.

Suriye, bir bakıma İran İslam Devrimi ile Arap Baharını hem buluşturan hem de karşı karşıya getiren bir düğümlenme noktası haline geldi. Bu karşıtlaşmayı neye dayandırmaktasınız?

Suriye’de ABD ve Rusya gibi habis güçler bizim cehaletimizi istismar etmekteler. Durum karmaşıklaştıkça ve bir çıkmaza dönüştükçe, bu kez hiç olmayacak şeyler ortaya çıkmakta ve kavga giderek mezhepçi bir mahiyete dönüşmekte. Oysa savaşla, şiddetle hiçbir sorun çözülmez. Mesela Türkiye de, Kürtlere karşı yıllardır sürdürdüğü savaş yolunu bırakarak barışçı ve müzakereci bir yola yöneldi. Savaş yoluyla çözülemeyen sorunları barış yoluyla çözmeye çalışmakta ve bu çabada hepimizin bu çözüme yardımcı olması gerekir.

Savaşa alet olmak cehalettir, yardımcı olmak ise habislik. Savaş çağı bitmiştir. Artık güç elde etmenin farklı yolları vardır. Mesela Japonya savaşta yenildiği halde, silaha tevessül etmeden dünyanın en önemli ülkelerinden birisi haline geldi. Japonlar, barışçı bir şekilde ve akıllarını kullanarak geliştiler. Oysa sosyalist Rusya, dünyanın tümünü yok edecek bir silah gücüne sahip olmasına karşı çöktü. Bu durum, Sovyetler Birliği herhangi bir düşmanı olmaksızın ve herhangi bir saldırıya uğramaksızın, sistemin kendi iç zaafları nedeniyle gerçekleşti. Pakistan’ın da nükleer gücü var ama bir işine yaramıyor. Nükleer güce sahip oldu belki ama demokratik bir ülke olamadı ve istişareye dayanan bir yönetim kuramadı.  Bunu gördüğü halde İran da aynı gücü elde etmeye çalışıyor. Sonuçta ise ümmetin imkânları heba edilirken, sorunlarımız ise çözülemiyor çünkü aklımızı değil, hislerimizi kullanıyoruz. Kuran’ın onların akılları var düşünmezler, gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler derken kastettiği bundan başka nedir ki? İslam dünyası bariz bir körlük içerisinde. Dolayısıyla Kuranda sık sık tekrarlanan “gözleri var görmüyorlar, kulakları var duymuyorlar, kalpleri var akletmiyorlar” ayetinin muhatabı şimdi ne yazık ki İslam ümmetidir.  

İslam dünyasında bir mücadele yöntemi olarak kullanılmakta olan intihar saldırıları hakkındaki düşünceniz nedir? Bunu klasik cihad anlayışı içerisinde mütalaa edebilir miyiz?

İntihar bombacıları aslında içerisine düşmüş olduğumuz şu aşağıların aşağısı olma halinin bariz örnekleridir; bu tür eylemler, bariz bir biçimde akılsızlıktır. Aklın olursa kendini koruman mümkün olur, nükleer güce sahip olmakla Pakistan ne elde edebildi? Bu silaha sahip oldu ama içerisine düştüğü siyasal krizden bir türlü kurtulamamakta. İstişare prensibi gerek orada gerekse diğer İslam ülkelerinde bir türlü uygulanamamakta. İktidarı ele geçiren hemen despotizme yönelmekte. Sözgelimi Sudan’da olduğu gibi. Burada iktidarı ele geçiren Beşir ve Turabi, daha sonra birbirlerini yemeye çalıştılar. Mahmut Taha’yı haksızca katlettiler. Sonunda ise Sudan sefalete ve parçalanmaya sürüklendi.

Oysa peygamberimiz Medine’ye hicret ettiğinde, buradaki toplumun tümüyle bir sözleşme akdetti ve Medine’de karşılıklı yükümlülüğe dayanan barışçı bir toplum tesis edildi. İstişare prensibi uygulandı ve toplumun sorunları istişare ile çözümlenmeye çalışıldı.

Daha sonra geliştirilen hilafete ilişkin seçim tarzı bile sorunlu değil midir? Sözgelimi ümmeti temsil ettiği söylenen birkaç kişinin sembolik biatı ile halifenin seçilmesi doğru bir yöntem midir?

Peygamberimiz bir hadisinde, “şehitlerin efendisi savaşta ölen değil, zalim sultana karşı hakkı söyleyendir”, demekte. Belki can acıtan sözler söylüyorum ama Müslümanları tahkir etmemde beni cesaretlendiren şey Kuran’dan aldığım, hadislerden aldığım bilgilerdir. Öylesine bir cehalet ve akılsızlık içerisinde yaşıyoruz ki, bu zaten çalışmayan kafamızı daha da körleştiriyor. Bu durumda ise, bırakın hakkı söylemeyi, ölüp gitmiş olan atalarımızı bile körcesine taklit etmekte, onların yanlışlarını bile düzeltememekteyiz. Oysa birilerinin yoluna uymakla, eteklerine sığınmakla kurtulamayız. Bu, bir mazeret de değildir. Kuran, zalimler kadar zalimlere boyun eğenlerin de iki kat azaba çarptırılacaklarını söyler. Ama bu ayetleri hakkıyla anlamak için öncelikle aklımızın özgürleşmesi lazım. Yoksa okuruz ama anlamayız ya da bunlar zalimler ve kâfirler için indirilmiş deyip, kendimizi aklamaya çalışırız. Hiç düşünmeyiz ki Allah ile tek başına karşılaşacağız ve tek başına hesaba çekileceğiz. Yanımızda hiçbir şefaatçi olmayacak. Orada kimse elimizden tutmayacak. Sadece amellerimiz olacak yanımızda.

Dolayısıyla aklımızı kullanmadığımız sürece içerisine düştüğümüz pisliklerden kurtulamayız ve bir sürü gibi bizi güdenlerin, Şeriati’nin deyimiyle eşekleştirenlerin sürdükleri yerlere doğru gideriz. Onun için çocuklarımız öyle yetiştirmeliyiz ki, büyüklerini ve yanlışlıkları özgürce ve özgüvenle eleştirebilsinler ve sorgulayabilsinler. Bu cesareti onlara kazandırabilmeliyiz. Şiilik ve Sünnilik hâlâ kabileci anlayışı sürdürmekteler. Yani Haşimoğulları ile Ümeyyeoğulları arasındaki kavgayı. Oysa İslam kabileciliği reddeder. Cihad insanları zorlamak için değil, zorbalardan ve zorbalıklardan kurtarmak için yapılır. Kuran ezbere okunduğu sürece, ayetlerin üzerinde tefekkür edilmedikçe bu hakikatlerin kavranması mümkün değildir.

Suriye’de iken davet edildiğim İran kültür merkezinde mehdiliği reddettiğimi söyledim ve Avrupa Birliğini örnek verdim. Orada birbirlerini boğazlayan insanların barışçı bir çabayla birleşebildiklerini söyleyerek, Müslümanların neden birleşemediklerini sordum. Demek ki bunun için ila da bir Mehdi’nin gelmesi, İsa’nın zuhuru gerekmiyormuş dedim. Oysa biz hâlâ sorunlarımızı çözsün diye kurtarıcılar beklemekteyiz. Kendi kendimizi kurtarabileceğimizi, kendimizdeki bu kapasiteyi ise görmezlikten gelmekteyiz. Çünkü bunu görebilmek için gereken akletme gücü ve özgürlüğünden yoksunuz.

Benim bu anlattıklarım ise belki çocuklar tarafından bile anlaşılır ama kafası şartlanmış ve körleşmiş olanlarca anlaşılamaz. Çocukların ve gençlerin zihinleri nispeten bakirdir; çünkü daha tam olarak körleşmemişlerdir. Ama eleştirel ve sorgulayıcı bir tutum izlenmediği sürece, aklımızı kullanamadığımız ve düşünmediğimiz sürece, sonuçta varacağımız durum, ayetlerde belirtilen aşağıların aşağısı olma durumudur. Yani bir hayvandan bile daha aşağı bir rezilliğin içerisine düşülmesidir.

 

Kaynak: Farklı Bakış




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —