Kilise o kadar yoğun biçimde “din benim” dedi ki, kendi yaptığı hatalar dine mal edildi, eleştirilmesi gereken Kilise iken, eleştirilen din oldu. Evet, hayattan tamamen silinip süpürülmedi ama sahibi, hamisi olduğunu, elden gitmemesinin garantörü olduğunu söyleyen Kilise eliyle zayıfladı, geriledi. Şimdi elbette anladığı halde anlamak istemeyecekler için açıklama yapayım, iktidar ve Kilise’yi aynı kefeye koymuyorum. Ancak, şunu söylüyorum; iktidar, dinin sahibi olmadığı halde dinin sahibiymiş gibi yapmaya devam ederse, dinin kaderini kendi kaderine bağlarsa, din benim, ben elden gidersem din elden gider demeye getirirse, kendi yaptığı hatalar dine mal edilir.
Din, ilahiyat, psikoloji, felsefe, sosyoloji ve daha birçok bilim dalı üzerinden ele alınabilir. Nihayetinde, din bir tane ancak onu birden çok alan üzerinden açıklayabiliriz. Hatta bilim alanları da dini tek bir şekilde açıklamaz. Örneğin, din sosyolojisine baktığımızda bir fenomen olarak dinin varlığına, kaynaklarına, fonksiyonlarına bağlı olarak çok farklı şekillerde ele alındığını görürüz.
Din sosyolojisi üzerinden yürürsek, bazı sosyologlar dini birleştirici unsur, bazıları çatışma nedeni, bazıları işlevsel katkıları üzerinden ele almışlardır. Bazıları (Comte) için din modern dönemlerde yerini pozitivizme bırakacaktı. Bazıları (Marks) için din, sosyalist devrim sonrası ihtiyaç duyulmayacağı için ortadan kalkacaktı. Hatta bazıları için din, birçok çatışmanın nedeni olarak görüldüğünden ötürü insanlık geliştikçe, rasyonel bir tercih yapılacak ve çatışma sebebi olan dinden kopuş yaşanacaktı. Aydınlanma’nın “gelecek, geçmişten iyi olacak” mitinin temelinde de merkezde dinin, Tanrı’nın, dini kurumların olmadığı bir dünya her anlamda daha iyi olacak fikri yatmaktaydı. Ancak Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi sonrası huzur ve refahın değil de birçok huzursuzluğun ortaya çıktığı görülünce “ille de modernizm, ille de pozitivizm” diyenler dahi, dini geri çağırmaya çalıştı. Aydınlanma’ya muhafazakar tepkiler ortaya çıktı çünkü dinin birleştirici ve nizam sağlayıcı yönüne ihtiyaç duyulmuştu. Dahası uzun zaman sonra, 1960’larda, dinin yok olacağı düşünülürken, dini canlanmalar yaşandı. Tabii burada din de, dine bakış da, dinin mensupları da neredeyse her açıdan değişmişti.
Sosyoloji de, din sosyolojisi de Batı’da ortaya çıkmış yeni sayılabilecek bilimler, -her ne kadar Platon, İbn Haldun, İbn Miskevey’e ve birçok düşünüre kadar geri götürülse de- doğal olarak Batı’nın merkezindeki değerler, inanç biçimleri, dini motifler merkeze alınarak ele alındılar. Özellikle din sosyolojisinin talihsizliği, onun yeni yeni emeklemeye başladığı dönemlerde, dine çok çeşitli saldırıların olduğu dönemler olmasıydı.
Batı’da dine yönelik tepkinin merkezinde din değil Kilise vardır, aslında dine değil tepkiler Kilise’yeydi. Ancak Kilise, otoritesini devam ettirmek, tahakküm kurmak, iktidarını daim kılmak için din, benim dedi. Kilise, dini siyasileştirdikçe, iktidar alanı için araçsallaştırdıkça, din benim, dinin korunmasının tek imkanı benim, bu dünyanın düzen sağlayıcısı benim, ahiret aleminin anahtarının sahibi benim dedikçe, dinin hamisi olmaya soyundukça dine en fazla zarar veren kurum haline geldi ve dine karşı tepkiler oluşmasına, dindarlığın gerilemesine neden oldu. Tabii birçok sosyolog da, Kilise’ye karşı tepkiyi, dine karşı tepki olarak yorumladı, bu tepkilerden yola çıkarak dinin zayıflayacağı kehanetinde bulundu. Çok haksız değillerdi, zira din de o dönem için Kilise’den ayrılmıyordu. Dolayısıyla insanın sızısını dindiren, toplumsal bütünleşmeyi sağlayan, bireysel ve toplumsal korkuların engelleyicisi olan din, siyasi araç haline gelince yıkıcı, yıpratıcı, korkutucu, bölücü, gerilim kaynağı bir fenomen haline geldi. Doğal olarak asli varlık sebepleri, olumlu fonksiyonları ortadan kalkınca, dine olan sempati de azaldı.
Batı, teşbihte hata olmaz, dinle savaşını verdi, bitirdi. Siyasette her ne kadar Trump gibi popülist tipler, din merkezli siyasi çıkışları, İncil göstermeyi geri çağırsa da, Batı’da din bir daha klasik dönemde olduğu gibi siyasetin merkezi olmadı. Ancak Türkiye gibi hem geç, hem hızlı, hem düzensiz, hem de suni yollardan modernleşen coğrafyalarda din, dinin varlığı ve yokluğu, siyasetin halen merkezinde. Zira biz, din değillenerek kurulduk, şimdi de din popülistleştirilerek eski kötü anılarla günü kurtarmaya çalışıyoruz.
Yakın dönemden klişe bir örnek vereyim; 28 Şubat ve başörtüsü yasakları, postmodern darbenin en fazla görünen yönüydü. Laiklik elden gidiyor korkusuyla, ordudan topluma kadar emin olun kimsenin umurunda olmayan başörtüsü, laikliğin elden gitmesine neden olmayacak başörtüsü, dönemin problemlerini örtmek için kullanıldı. 1980 Darbesi ve 1982 Anayasası sonrası, 1990’lara gelindiğinde, ordu siyasetteki eski etkinliğini kaybetmeye başlamıştı. Sadece ordu değil birçok sermaye sahibi de kriz içindeydi. Üstelik maddi krizler çözülsün diye liberalizme oldukça mesafeli olan dönemin darbe heveslisi ordu mensupları, liberal ekonomi politikalarına izin veriyor ancak ekonominin toplumsal liberalizme dönüşmemesi için de bir şeyler yapma isteği duyuyorlardı. Ve Türkiye’nin “devlet-mafya ilişkilerinin” Susurluk kazası ile ortaya çıkması gibi, devlete ve onun nihai koruyucusu kabul edilen orduya, güvenlik güçlerine -o dönem siyasi yöneticiler devletin ikinci koruyucusuydu- sarılmıştı. Kendisine güven tazelemek isteyen, siyasette gölge hükümet olmak, etkin olmak isteyen dönem askerlerinden, darbe heveslisi olanlar da, laikliğin elden gideceği korkusunu pompalayarak hem her şeyin merkezinde olmaya devam ettiler, hem de ekonomik problemlerin, “devlet-mafya ilişkisi” skandalının üzerini örttüler. Üstelik bunu yaparken oyu sadece %24 olan Refah Partisi ve askerle doğrudan karşı karşıya bile gelmek istemeyen Erbakan’la korkutarak yaptılar. Hatırlayın birden ortaya, daha önceden var olduğu bilinen, RP’li siyasilerin laiklik aleyhtarı video kasetleri sürüldü, Aczimendiler, siyah sarık, cübbe ve asalarıyla birden Taksim’de falan bitiverdiler. Neyse, laikliğin elden gideceği korkusuna kaptırmış, bir siyasi partinin engellenmesiyle dinin elden gideceğine dair anksiyeteler yaşatılmış bireyler ve toplum olarak bu siyasi provokasyonları yuttuk, bugün hala dinin elden gideceği korkusunu yaşamaya devam ediyoruz.
Daha yakın zamana, bugüne gelelim… AK Parti hep dini referans alan bir partiydi, sık sık bunun vurgusunda da bulunuyordu ancak bununla birlikte şeffaflık, adalet, eşitlik, demokrasi, refah gibi söylemleri ve vaatleri vardı. Din, bunların arasında eşit önemde bir başlıktı. Ancak artık o AK Parti yok, bireysel hak ve özgürlükler kısıtlanmış, enflasyon yükselmiş, toplumsal huzursuzluk artmış, demokrasiden gün be gün uzaklaşılmış, hukuk yoluyla insanlar sindirilmiş, iktidar kendi kuruluş ilkeleriyle çelişmiş… karşımızda böyle bir Türkiye var. Böyle bir Türkiye’de de iktidarın elinde insanlara pek de umut vermeyen “güçlüyüz” sözleri dışında reel olarak sunabilecekleri olumlu bir şey yok. Yani maaşlara zam yapılıyor diye somut bir iyileşmeden bahsedenler olabilir tabii ama yapılan zammın cebe girmeden eridiği gerçeği, zam gerçeğini anında eritiyor. Dolayısıyla iktidar artık din kozunu kullanıyor. Aslında bunu son yıllardaki ekonomik, hukuki, toplumsal sorunların aşırı yükseldiği zamanlarda yapmaya başladığını düşünüyorsanız, buna pek katılamayacağım zira bu söylem yerel seçimlerde arttırıldı çünkü AK Parti’nin oyları erimeye son bir iki yılda değil, 2019 öncesinde başladı. 2018-2019 bandında, “AK Parti düşerse Kudüs düşer, AK Parti düşerse İslam’ın sancağı düşer” denmeye başlandı. Ve ne yaparsa yapsın iktidar, 2018 ve öncesindeki oy oranını yakalayamayacağını gördü, gördü de, ülke görsün istemiyor. Yine hatırlatayım, Sn. Erdoğan, Mısır’da Mursi yönetime geldiğinde ne demişti; “Size laikliği tavsiye ediyorum.” Ancak aynı Erdoğan bugün Türkiye şartlarındaki laikliği bir korku sebebi olarak gösteriyor.
Dönelim seçmen tepkisine, tüm seçmenler için değilse de az sayılmayacak bir kesim için hala “AK Parti gider, CHP gelirse din elden gider” korkusu geçerli. CHP, eski CHP olmamasına rağmen geçerli. Bu ülkede 28 Şubat’ı destekleyenlerden hiçbirisi özür dilemediği, nedamet göstermediği halde o dönemin faili olmamasına rağmen, kendi tabanına rağmen Sn. Kılıçdaroğlu’nun “helalleşelim, bunları aşalım, birlikte yürüyelim” demesine rağmen geçerli. Ancak, “CHP, Kılıçdaroğlu’ndan müteşekkil değil” diyenler de olabilir. Onlara da şunu söylemek gerekiyor, Sn. Davutoğlu, Sn. Karamollaoğlu, Sn. Babacan orada, bunların üçü de dindar siyasetçiler, eşlerinin, kızlarının başları örtülü, buna rağmen “iktidar değişirse din elden gider” korkusu yaşamanın gerçeklikle bir alakası yok. Ancak ve ancak şu var, iktidar kendini dinle o kadar özdeşleştirdi ki, onunla birlikte olmayan makbul dindar bile olamıyor. Siyaset için değilse bile din açısından oldukça ürkütücü bir tablo olduğunun farkında mısınız?
Şimdi de en başa, Kilise’ye dönelim. Ne demiştim, Kilise o kadar yoğun biçimde “din benim” dedi ki, kendi yaptığı hatalar dine mal edildi, eleştirilmesi gereken Kilise iken, eleştirilen din oldu. Evet, din hayattan tamamen silinip süpürülmedi ama dinin sahibi, hamisi olduğunu, dinin elden gitmemesinin garantörü olduğunu söyleyen Kilise eliyle din, zayıfladı, geriledi. Şimdi elbette anladığı halde anlamak istemeyecekler için açıklama yapayım, iktidar ve Kilise’yi aynı kefeye koymuyorum. Ancak, siyasetten bağımsız, dinin gerekliliğine inanan, dinin mensubu olan biri olarak şunu söylüyorum; iktidar, dinin sahibi olmadığı halde dinin sahibiymiş gibi yapmaya devam ederse, dinin kaderini kendi kaderine bağlarsa, din benim, ben elden gidersem din elden gider demeye getirirse, kendi yaptığı hatalar dine mal edilir, din elden gitmesin diye çıktığı yolda, dine en fazla zararı veren, dinin elden gitmesi ihtimalini doğuran mekan olur. Benden söylemesi.
Kaynak: Farklı Bakış