Gazete Duvar'dan Nergis Kalkan, 'konu ile ilgili olarak' Cemal Dindar ile bir röportaj gerçekleştirdi.
İşte o röportaj...
İstanbul’da ‘bir gün geleceğinin işaretlerini’ bize sürekli hatırlatan büyük İstanbul depremi şüphe yok ki herkesi tedirgin ediyor. Ama nedense sadece depreme dair, olası ‘fiziki yıkım’dan söz ediliyor. ‘Kaç binanın yıkılacağı’, ‘kaç insanın hayatını kaybedeceği’ üzerine yapılan tahminler üzerinden tartışma yürütülüyor. Deprem yüzünden yaşanacak olası bir kitlesel panik hakkında ise çok fazla bir şey söylenmiyor. Canını kurtarabilen insanların hali ne olacak? ‘Kurtulmaları’ onların ‘şanslı’ olmaları anlamına mı gelecek gerçekten? Yoksa panikle başlayıp suçluluk ve yoksunluk hissine uzanacak uzun süreli psikolojik sıkıntılar ortaya çıkabilir mi?
Tüm bu soruların cevabını bulmak için Psikiyatrist Doktor Cemal Dindar ile konuştuk. Dindar, 20 sene önce meydana gelen 19 Ağustos depremi sırasında Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikiyatri asistanıydı. Depremden birkaç gün sonra sırt çantasını yüklenip soluğu felaket bölgesinde aldı. Yıkıntılar arasında günlerce kaldı. Depremzedelerin rehabilitasyon süreçlerine gönüllü olarak katıldı. Kayıtlar aldı, günlükler tuttu. Bu kayıt ve günlükler tezi için de çıkış noktası oldu. İşte Cemal Dindar’ın bütün bu deneyimleri ışığında anlattıkları:
1999 Marmara Depremi’nden sonra, deprem bölgelerine gitme sürecinizden bahseder misiniz? Neler gördünüz, neler yaşadınız?
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde psikiyatri asistanlığımın dördüncü yılıydı. Depremin olduğu gün yıllık izne ayrılmıştım ve tatile çıkacaktım. Deprem oldu, ben de çantayı sırtlayıp, tam hatırlamıyorum ama İstanbul Tabip Odası ya da Türkiye Psikiyatri Derneği’nin oluşturduğu bir ekiple Eskihisar’dan Topçular’a geçtim. Yıllık iznim boyunca da deprem bölgesinde kaldım. Önce Çınarcık’ta bir sağlık ocağında ruh sağlığı destek birimi oluşturduk. Sağlık ocağının bir protokol defterini başvuru kaydı için ayırdığımı, aylar sonra tekrar Çınarcık’a gittiğimde aynı defterde epey başvuru kaydı olduğunu hatırlıyorum. Çınarcık’tan sonra Değirmendere’deki çadırkentlerde çalıştım bir süre… İzleyen aylarda, hemen her haftasonu Halkevleri’nin Derince’deki destek birimine gidiyordum. Başvuruları olanlarla görüşmeler yapıyordum. Daha sonra üzerine düşününce kavradığım, başka bir işlevim de olmuş o günlerde. Yardım ekibinde uzun süre bulunmuş kişilerle, akşamları ‘yarı yapılandırılmış grup terapileri’ diyebileceğimiz toplantılarımız oluyordu. Depremi, süreçte ortaya çıkan ruhsal sorunları konuşuyorduk onlarla…
Deprem bölgesinde ilk izleniminiz ne olmuştu?
En az üç dört aylık bir dönemdi bu. Hatırlamaya çalıştığımda fotoğraflar geliyor kare kare… İstanbul’dayken hissedilmeyen fakat ilk önce Eskihisar’dan karşıya geçerken, yıkımın gerçek yüzüyle karşılaşılan anda hepimiz sessizliğe gömülmüştük. Sanki kimse gördüğü şeyi ötekine söyleyemiyordu. Kişisel bir kabus gibi kalsın istiyordu… Binalar yıkılmıştı, insanlarımızı kaybetmiştik. Fakat yıkılmayan binalar, kurtulan insanlar da hayata dair değil gibiydi. Her şeyin grotesk bir biçimi vardı, bozulmuş, içeriğinden vazgeçmiş gibi. Daha sonra, Derince’deydi sanırım, çadırkentte çocukların yaptığı resimleri topladım, o grotesk biçime çocuk resimlerinde rastladım. Çocukların çizdiği binaların bazıları yere uyumak için yatmış gibi, ayakta olanlar dik duramıyor, hemen hiçbirinin kapısı yok. Sınırlar kaybolmuş. Şimdi geriye dönüp bakınca tuhaf gelen şeylerden biri de, ister Çınarcık’ta ister çadırkentlerde olsun, ekip içinde tanık olunan acıyla baş etmek için baş gösteren gülme isteği, ihtiyacıydı. Acıyı neredeyse kahkaha ile karşılama eğilimi özellikle akşamları beliriyordu.
Kayıtlarınızı nasıl tuttunuz? Notlarınızdan aklınızda kalanları paylaşır mısınız?
O dönem bir deprem günlüğü tuttum. Özellikle deprem sırasında ve hemen sonrasında verilen tepkiler dikkatimi çekmişti. Onları kaydettim. Hatta o notlarla daha sonra tezimi hazırladım. Psikiyatri uzmanlık tezim oldular. İngilizce konuşanlar sarsıntıya ‘tremor’, titreme diyorlar. Doğanın gücünün, çaresizliği bu denli hissettirdiği böylesi bir deneyimde, insan ve doğa karşıtlığının doğanın hükmünde çözülmesi, tüm deprem sürecinin özeti gibi gelmişti bana. İnsanların da deprem anında veya izleyen dakikalarda en çok bildirdikleri yakınma titremeydi.
Gölcük’te, depremden belki bir ay sonra, halka açık bir panel yapılmıştı, orada bir çocuğun sorduğu soru kaldı aklımda, panelistlerden biriydim, “Fay hattı ne zaman tamir edilecek?” diye sormuştu. Hem üzerinde yaşadığımız kara parçası için, hem de toplumsal yaşamımız için sorulabilecek en iyi soru, en iyi dileği barındıran bir soru gibi gelir hâlâ bana.
Epey kişisel, fakat yine de anayım. Gölcük’ten bir kamyonun kasasında çadırkente yolculuk yapıyordum, kasada başka biri daha vardı, Serol Teber. Türkiye’de toplum ruhsallığına ilk kez, gerçekçi bir biçimde eğilen isimlerden biriydi. Aklıma gelen bir fotoğraf da o yolculuğa dair. Vardığımız çadırkentte askerlerin kontrolü vardı, ilk kez orada izin alarak alana girdiğimi, çadırları dolaştığımı hatırlıyorum.
’99 DEPREMİ BÜYÜK BİR SİVİL DAYANIŞMA ÖRNEĞİDİR’
Şunu da söyleyeyim, 1999 Depremi büyük bir dayanışma örneğidir, sivil dayanışma örneği. Sağcılar ve İslamcılar o dayanışmada çok az vardı. Bunu da hatırlayalım. O dayanışmanın sıcaklığı o kadar hissediliyordu ki Türkiye’de dayanışmanın dersleriyle ‘artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’ sözü galiba ilk o zamanlar telaffuz edilmeye başlandı. Paradoksal gelebilir, fakat o yıkımı onarma süreci toplumda o denli güçlü bir rüzgar estirmişti ki… Sanırım bir daha sivil dayanışmanın bu kadar güçlü olması da istenmedi ülkemizde. Yıllar sonra Soma’daki madene de gitmiştim. Maden alanına giriş için 99’da etkin olan grupların neredeyse hiçbirine izin verilmemişti. Alanda olanların hemen tamamı İslamcı yardım kuruluşlarıydı.
Türkiye Psikiyatri Derneği’nin bir toplantısından aklımda kalmış, bu dayanışmanın karşısına yerleşen ise sermayenin şu türden talepleriydi, “İşçileri fabrikaya sokamıyoruz, siz ikna edebilir misiniz?”. Bu dayanışmanın sivil hali zamanla söndü, devlet kurumları süreci üstlendi, travma merkezleri açıldı bölgede… Psikiyatri için de deprem ve travma önemli bir çalışma, hatta kariyer alanı haline geldi. Ben de zaten uzman olmuştum ve Urfa’ya gitmiştim. Fakat deprem konusu benimle geldi, ev/yuva konusuyla zihinsel olarak epeyce meşgul oldum, deprem sürecindeki tanıklıklarımı Behçet Necatigil şiirleri, Tezer Özlü metinleri, Gaston Bachelard’ın mekan üzerine yazdıklarıyla buluşturmaya çalıştım, yazdım.
‘TRAVMA DENDİĞİNDE İŞKENCE, TRAVMA ÇALIŞAN DENDİĞİNDE SOLCULUK AKLA GELİRDİ’
Temas kurduğunuz depremzedelerden bahseder misiniz? Beraber çalıştığınız insanlarda Travma sonrası stres bozukluğunu nasıl gözlemlediniz?
İlk dönemde daha çok bizim ‘alanda akut stres tepkisi’ dediğimiz, kişilerin bu tür deneyimler sonrasında yaşamaya hakkı olduğunu düşündüğümüz, ruhsal zorlanma olarak kabul ettiğimiz, fakat hemen hastalık olarak adlandırmadığımız bir tepki içindeydi insanlar. Daha sonra, özellikle Marmara bölgesinde ruh sağlığı çalışanıysanız, her başvurana sormanız gereken bir gerçeklik haline geldi deprem ve ruhsal etkileri. İlginçtir, depremden önce travma çalışması yapmak Türkiye’de mimlenmek için bir gerekçeydi. Zira ‘travma’ dendiğinde işkence, ‘travma çalışan’ dendiğinde de solculuk akla geliyordu. Deprem, travma kavramını deyim yerindeyse legalleştirdi. Ben ise psikiyatrinin travma kavramından yıllar içinde uzaklaştım. Hâlâ da neoliberal ideolojinin, ruh sağlığı alanındaki ideolojik maymuncuklarından biri olarak görüyorum. Toplumsal, iktisadi, hatta kültürel birçok derdin travma kavramı altında ruhsallaştırıldığını düşünüyorum. Benim 99 Depremi’ni kendi yaşamış, kaybı olmuş veya yaşayan biriyle evlenmiş olan hastalarımdan öğrendiğim ise şu: Deprem eğer bir dayanışma duygusuyla, eylemiyle karşılanmıyorsa, insanların hayatları ölüm içgüdüsünün, yasların gölgesinde soluyor. Travma sonrası stres bozukluğu tanısından çok, kişilerin kayıpları ve bunlara dair yaslarını daha dikkate değer buluyorum.
Büyük İstanbul depremine hazırlık sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu yönde yapılan açıklamalara ne dersiniz?
Bir hazırlık yapıldığına dair ciddi bir şey duymadım. Belki iyi takip etmiyor da olabilirim. Benim toplum ruhsallığı konusunda, olası bir depremde asıl riskli bulduğum şey şu: Toplum ruhsallığının harcı olan duygu ve ülkü birliği son yıllarda çok fena örselendi. Kutuplaşma ve karşıt bildiğine düşmanca yönelme had safhada… 99 depremi sonrasındaki süreç, insanımızla, ülkemizle muhabbetimizi artıran bir süreç olmuştu hepimiz için. Mevcut koşullar böylesi bir dayanışmaya ne kadar maya olur, ne yazık ki emin olamıyorum. Yukarıda sözünü ettiğimiz ölüm içgüdüsü ve onun aşikarlaştığı yıkıcılıklar baskın gelirse, yani duygu birliği ve dayanışmanın onarıcılığı devreye girmezse, deprem sadece bir deprem, yani afet olmaktan çıkar ve toplumsal felakete dönüşür.
Dünyada gerçekleşen depremlerden sonraki rehabilitasyon süreçleri üzerine çalışmalarınız oldu mu?
Özellikle uzmanlık tezimi hazırladığım dönemlerde yoğun bir okuma yapmıştım. Fakat söylediğim gibi travma kavramı mesleki olarak ilgi alanımdan uzaklaştı zamanla… İdeolojik olarak istismara açık bir konu olduğunu düşünüyorum. Yıkıcı sürecin ruhsal sonuçlarını, olayın kurbanına odaklayıp anlamaya çalışmak, üstelik kurbanı belli bir hastalık ile damgalayıp psikiyatri kurumunun söylemine kapatmakta acımasız bir yan var. Bir başka acımasızlık da güçlülerin sorumluluklarını, hatta suçlarını bu ruhsallık diliyle perdelemek.
‘TEMEL GÜVEN EKSİKLİĞİ VAR TOPLUMUMUZDA, BU DUYGU ÖRSELENMİŞ DURUMDA’
Deprem öncesi huzursuzluğun yarattığı paniğin önüne geçmek mümkün mü? Bu paniğin önüne nasıl geçilir?
Elbette mümkün. Ön koşulu da sağlam, sağlıklı binalarda, güvenli şehirlerde yaşadığımızı ve yetkili, etkili kişilerin de böylesi konularda aynı zamanda sorumluluk sahibi olduklarına itimat etmemiz. Temel güven eksikliği var toplumumuzda ve bu temel güven duygusu neredeyse yaşamın ilk birkaç yılında kurulan bir şey. Bu denli köklü bir duygu örselenmiş durumda.
Deprem beklentisi içinde gündelik yaşamı sürdürmek mümkün mü? Deprem beklentisi ile gündelik yaşam nasıl idame ettirilir?
Büyük korkuların, toplumları kitleselleştirme konusunda yönetenlere uygun bir zemin sunduğunu söyleyebiliriz. Bir toplum olarak, gündelik yaşamı canlılığıyla neşesiyle sürdürmek zordur, fakat bir kitle olarak da o denli kolaydır, zira hayatın denklemi basittir kitleler için, günübirlik bulaşıcı ruh halleriyle yönlendirilmek.
‘SAĞ KURTULANLAR YAS İÇİNDE BİR HAYATI SÜRDÜRDÜ’
Bu travma hali nesilden nesle aktarılan bir durum mu? Eğer öyleyse mevcut nesiller 1999 depreminden ne şekilde etkilendi? Bu etkileşim/maruz kalma kendini nasıl gösterdi?
Benim mesleki pratiğimde en belirgin gördüğüm ruhsal olgu şu oldu: 1999 depremlerinden sağ kurtulanlar yas içinde bir hayatı sürdürdüler. Çözülmemiş yaslar, bazen hayatta kalmanın suçluluğu bir yaşam biçimi haline geldi. Onların çocukları da bu yasların, kayıpların gölgesinde büyüdüler. Birçok alanda olduğu gibi bu konuda da toplum ruhsallığımızda olsun, birey ruhsallığında olsun, ilk tepkide yani inkar düzeyinde kaldığımız için de bu yaslar pek işlenemedi… Psikiyatrinin post-travma söyleminin, tanılar doğrultusunda insanlara başlatılan ilaçların da bu yasın süreklileşmesinde payı olabileceğini düşünüyorum. Ortalama altı ay, bilemedin bir yıl kullanılması gereken ilaçları 1999’dan beri kullanan insanlar herhalde az değildir.
Yıkıcı depremlerin toplumsal hafızadaki yeri nedir?
Yıkıcı eylemler, örseleyicilikleri arttıkça bir bilinç öğesi olarak değil söze dökülemeyen birer boşluk, deyim yerindeyse zihinsel kistler biçiminde toplumsal bilinçsizlikte yerini alıyorlar. İyileştirilmedikleri sürece de toplumsal yaşamı renksizleştiren, solduran bir işlevleri oluyor. Sadece deprem değil, uzun savaş deneyimi, katliamlar gibi yıkıcı eylemlere sahne olmuş toplumlar bu olayların gerçeğini konuşmaktan, kavramaktan uzaklaştıkça ölümden, ölüm yüceltmesinden bahseder oluyorlar.
Olası bir ‘büyük İstanbul depreminden’ sonra Türkiye’yi ne bekliyor olacak?
Çok ağır bir soru ve mevcut bilinç düzeyimizle ne yazık ki cevabı da o denli ağır olabilir. Birçok alanda olduğu gibi bu konuda da cevabın ağırlığının şiddetini azaltacak şey, bundan sonra ülke olarak neler yapacağımız da olacak. Hepimize sorumluluk düşüyor, öncelikle de kendimizi depremin varlığından kaçınmak değil de ona hazırlamak, önlemlerimizi, yaşadığımız mekanların düzenlenmesini gerçekleştirmek.