Özgür Yazarlar Birliği seminerlerinde 10 Aralık 2022 cumartesi günü Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi öğretim üyelerinden Dr. Muhammet Çelik, “Câbirî’de Akıl, Ahlâk ve Siyaset” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi.
Programdan notlar şu şekilde:
Hayatı:
1936’da Fas’ta doğdu. Taşralı bir ailenin çocuğudur, ailesi çiftçilikle uğraşıyordu. Kendisi de çiftçilik ve bir ara bir akrabasının yanında terzilik yapıyor. Berberi/Amaziğ’dir, Arap değildir. Anne-babası ayrıdır, annesiyle büyümüştür. Anne tekrar evlenmiş, üvey babası onun eğitimiyle ilgilenmiştir. Amcası onu Fransız okuluna yazdırmış. 10 yaşında el-Hâc Muhammed Ferec’le tanışmış ve onun sohbetlerine devam etmiş. Bu kişi ıslahçı/reformist, direnişçi bir cami imamı, aynı zamanda Câbirî’nin de okuduğu ilkokulun kurucusu. M. Ferec, İbn Bâdis’in etkisinde bir selefi… Cabiri’nin dedesi daha muhafazakâr biri. Babası da Milli Kurtuluş Hareketi’nin üyesi, Fransızlar tarafından hapis ve sürgün cezalarına çarptırılmış.
Üniversiteyi sırasıyla Şam, Fas Rabat Üniv. Edebiyat F., Paris’te deniyor ama genel itibariyle Fas’taki fakültede okuyup tamamlıyor.
Sol kanadı oluşturan Ulusal Halk Güçleri Birliği partisine aktif olarak katıyor, sömürge karşıtı eylemlere katılıyor, parti kapatılınca Sosyalist Halk Güçleri Birliği’ne katılıyor. Bu partinin bazı programlarını kendisi hazırlıyor.
Eğitimci bir yönü de var. Öğretmenlik ve müfettişlik yapmış. Hazırladığı felsefe ders kitabı okullarda okutulmuş. Ayrıca eğitim üzerine kitapları da var.
et-Tahrîr, el-Aklâm, Filistin, Fikr ve Nakd gibi gazete ve dergilerin ya kuruluşunda yer almış ya da aktif olarak yazı kadrosunda bulunmuş.
Sömürge karşıtı direniş eylemleri sebebiyle tutuklanma ve hapis yatma gibi süreçleri de yaşamış.
Daha sonra akademisyenlik görevini yürütmüş ve kitap telifine yoğunlaşmış.
Eserleri:
Doktora tezini biraz daha geliştirerek oluşturduğu eser:
1971: Fikru İbn Haldun: Asabiyye ve’d-devle( İbn Haldun’un Düşüncesi: Asabiyet ve Devlet, Türkçeye ve Fransızcaya çevrildi).
1973: Advâ ‘alâ müşkili’t-talîm bi’l-Mağrib (Fas’taki eğitim sorunlarıyla ilgili)
Fehmü’l-Kur’ân (Nüzul sırasına göre Kuran tefsiri, 3 cilt halinde Türkçede mevcut)
Islahçı mı? Kendini konumlandırışı:
Ona göre,
– Gelenekçi ıslahçılar (Afgani, Abduh vb.) + İhvan… Ciddi bir başarı ortaya koyamadılar.
– Liberal-laik batılılaşma yanlıları ise İslam karşıtları toplumu tanımadıkları için yenilgiye uğramıştır.
– İslam ve Batı sentezcileri, bir taslak önerememişlerdir.
Cabiri, “Kendi dünyamızdan neşet eden bir akılcılığın” İbn Rüşt akılcılığının ihya edilmesini istiyor. (“Kendimi ne reformcu, ne de belli bir ekole mensup birisi olarak görüyorum; Benim tek derdim epistemolojidir.” diyor.)
“ARAP AKLININ ELEŞTİRİSİ” ÜZERİNDEN CÂBİRÎ’NİN FİKİRLERİNE BİR GÖZ ATALIM
Neden “Arap” da, “İslam” değil?
Serinin ikinci kitabının Türkçeye çevrilişi münasebetiyle yazdığı yazıda, bunun nedenlerini şöyle açıklamış: a) İslam aklı sadece Arapça yazılmış eserlerden değil aynı zamanda diğer (Türkçe, Farsça, Urduca vb.) eserlerden, tümünden çıkarılabilir ki, Câbirî sadece Arapça yazılmış eserler üzerinden bu incelemeyi yapıyor.. Türkçe bilmediği için yakınıyor. Ayrıca M. Rıza Vasfî’ye verdiği röportajda da Farsça bilmemeyi büyük bir eksiklik olarak görüyor. b) kendi memleketinde -kendisi Arap olmamasına rağmen- Arap ile İslam’ı eş anlamlı kullanıyorlar, ayrım gözetmiyorlar. c) İslam aklının eleştirisi deseydi, bir dinin dini boyutunu eleştirdiği zannedilecekti, oysa amacı İslam dinini veya onun dini boyutunu eleştirmek değil…
Kitap: ARAP AKLININ OLUŞUMU:
AKIL (düşünce/ideoloji değil, “akıl.” Doğrudan düşüncelerle değil, düşünceleri üreten araçlarla ilgileniyor. Düşünce sistemlerini, epistemolojiyi inceliyor.)
Projesinde geçen “Akıl” kavramı: “Şu veya bu derece güçlü bir şekilde Arap insanının eşyaya bakışını, bilgiye ulaşmak, onu üretmek ve yeniden üretmek için eşya ile girdiği ilişki tarzını belirleyen kavramlar ve zihinsel aktiviteler bütünüdür..”
“Arap-İslam kültürünün kendi mensuplarına bilgiyi elde etmeleri için sunduğu ve onlara bir bilgi sistemi olarak zorunlu kıldığı -dikte ettiği- prensipler ve kurallar bütünü…”
Bu akıl, Arap kültürünün içinde ve onun vasıtasıyla üretilmiştir.
Sonra bu kitapta Batı düşüncesinde “aklın” serüvenini “logos”tan Kant’a ve günümüze kadar irdeliyor.
Aklın tarihselliğinden bahsediyor.. evrensel akıl kavramı da yine sadece kendini üreten kültür içinde evrensel…
Grek-Avrupa aklı “insan-tabiat” kutuplarına sahip, Arap-İslam aklı ise “Allah-insan-tabiat” ilişkisine odaklı…
Yunan-Avrupa kültüründe akıl “nedenlerin kavranması”yla, bilgiyle ilişkili, Arap kültüründe “akıl” davranış ve ahlakla ilgili.
Projesindeki hedefi şöyle belirliyor: “Arap aklını üretmiş olan Arap kültürünün epistemolojik temelini analiz etmek.”
Bilgi sistemi, herhangi bir kültürün bilinçdışı yapısı…
Amacı bu yapıyı tasvir edip övmek değil, onu tahlil edip aşmaya çalışmak…
***
Tedvin asrı (kritik dönem h. 130-150). (Nahiv-Sibeveyh; fıkıh Şafii, tarih İbn İshak ve Vakıdi; sözlük ve aruz Halil b. Ahmed; kelam Vasıl b. Ata ve çağdaşları; Şii düşüncesi Cafer-i Sadık vb. Bu şahıslar ve çağdaşları, tedvin asrında yaşadı. Arap-İslam düşünce ve kültürünün referans çerçevesini oluşturan genel kültür yapısı bu asırda teşekkül etmiştir.)
Arap kültürünün yaşadığı hareket: durağan bir hareket… Arap aklının zamanı, Arap kültür zamanıyla aynıdır. (mekân ve şartlar değişti sadece.) Arap aklı; tedvin asrında oluştuğu şekliyle Arap kültüründe yerleşik olan zihinsel yapının adıdır.
Bu aklın, birbiriyle iç içe girmiş şu üç parçadan oluştuğunu söylüyor:
BEYAN: dil ve din ilimleri (beyani aklı / düşünme sistemini oluşturdu.) Lügat, sarf, nahiv, aruz, belagat, fıkıh, fıkıh usulü, tefsir, hadis, kelam…
BURHAN: Yunan, özellikle Aristo felsefe ve mantığı…
İRFAN: Maniheist, Hermetik, Mistik ve Yeni-Platoncu görüşler ve onların etkileri, uzantıları… Gnostik ve düalist inançların İslam kültürüne sızmış halleri..
“Felsefe, Yunanlıların mucizesi ise Arapça ilimleri de hiç kuşkusuz müslüman Arapların mucizesidir.”
“Yunan medeniyeti felsefe medeniyeti; çağdaş Avrupa medeniyeti bilim ve teknoloji medeniyeti; İslam medeniyeti ise fıkıh medeniyetidir.”
“Arapça, yapı ve etkinlik olarak Arap aklının en temel belirleyicilerinden biridir.”
Nahiv-mantık çatışması.. (Nahvi Arap kültürünün mantığı olarak görüyorlar..) Kitabu’l-ayn (gerçekten mümkün olandan değil zihinsel olarak mümkün olandan hareket etmesini eleştiriyor)… Nahivde ve diğer beyani ilimlerde kıyas… Fer’in asl’a kıyası… Kelamda gâibin şahide kıyası…
SÖZLÜKLER, dili Bedevi çevresiyle sınırlamakta, bunu beyan ilminin bir açmazı olarak görüyor…
“Mutezile kelamında usulün işletilmesiyle ilgili zihinsel mekanizma, fıkıhtaki usulün işletilmesindeki zihinsel mekanizmayla aynıdır. Bu mekanizmanın özünde fer’in, üzerinde ihtilaf edilmeyen asla dayandırılması. Bu da kıyastır.” Belagatteki teşbih, istiare, mecaz…. Bunlar da kıyastır..
Rey: “Şafii, Arap aklının en büyük yasa koyucusu. Rey, onun öncesinde özellikle Ebu Hanife zamanında mutlak serbestliğe sahipken o reyi sınırlamıştır.”
Dini rasyonel (beyani akıl) – akli irrasyonel (dıştan sızan mistik akımlar: irfan.. buna akli irrasyonel demesinin sebebi, akılla tanrının idrak edilemeyeceğini söylemeleri, aklın yerine iradeyi koymaları..)
“Kelam ilminde akıl için yasa koyma çalışmaları, mantığı Arap beyan mantığına zıt olan diğer kültürlere ait akıl yasalarına tepki olarak gündeme gelmişti.”
Tedvin asrı bir yönüyle de kelam asrıydı. Dışa yönelik fetihler durmuş, içyapıya yönelen tehditlerle mücadele edilmeye başlanmıştı.
Abbasiler Brahmanizme karşı sert mücadele vermişler ve kelamcıları (Mutezile) devreye sokmuşlar.
Sabiiler, Harran okulunda etkin olan Hermetikler (Tanrı akılla idrak edilemez, aracı olan kutsal ruhanilere bağlanmak gerekir, diyenler- nübüvvetin inkârı)
Âtıl akıl… İşlevsiz kılınan akıl devreye giriyor böylece, Arap-İslam aklını etkisi altına alıyor..
Harran ekolü, kendi kültürlerini tercüme ederek Arapçaya aktarmış.
Bu âtıl akıl İslam kültüründe şuralarda kendini göstermiş: İsmailî anlayış bâtınî, sufi ve işraki ekollere geçmiş (ittihad, hulul, vahdet-i şuhud, şatahat). Şia’ya geçmiş. Bazı filozoflara da (sudur teorisi, İhvan-ı Safa risaleleri, İbn Sina). İlimler alanında ise Hermetik ilimler (gizli-büyüsel ilimler, kimya-simya)
Aristo’nun çevrilmesi: İslam’da aklın layık olduğu yere konulması… (burhan)
Me’mun’un rüyası, gnostizme/irfana, Maniheizme karş siyasi bir hamleydi, çeviriler başladı. Kılıçla yapılan mücadeleye bir de kalemle yapılan mücadele eklendi.
İlk İslam filozofu Kindî de “Maniheist ve Şii hasımlarının gnostik tezlerine evrensel akılla cevap vermeye çalışmış, “akıl devleti” diyerek Memun, Mutasım ve Vasık’ın devletini savunmuştur.”
Farabi farklı bir mecra izliyor, Kindi’nin aksine Farabi irfana sahip çıkmış ama bilginin birincil kaynağı olarak değil “sonucu” olarak görmüştür
İbn Sina, hermetizmi, mistisizmi ve gizli-büyü ilimlerini kabulleniyor..
İslam’da ilk hermetikleşen Şiilerdi – tasavvuf da onlara paralel olarak kendini bu doğrultuda geliştirdi.
Tasavvuf bir “mana krallığı”na dönüştü.
Gazali, kendi tasavvuf anlayışında ve varlık mertebelerini işlerken hermetik din felsefesini baz almış.
Temellerin Krizi: Arap aklındaki kriz olgusu da tedvin asrına dayanıyor.
Bu kriz; Sirafi-Metta arasında (nahiv-mantık çatışması), Memun’un rüyasında (Aristo’nun daveti), Kindî’nin akıl mücadelesinde, Muhasibi’nin yolunda vb. kendini gösteriyor..
Yeni bir başlangıç olmuştu diyor Câbirî, Mağrip hattında, Endülüs ve Kuzey Afrika..
Bu başlangıcın bir unsuru olarak: İbn Hazm’ın Zahiriliğinin gerçek içeriği siyasi-ideolojik olup doğrudan batını iddialarda bulunan Şiilere ve tasavvufçulara dönüktür.
“İbn Hazm’ın zahiriliği irfan’ı dışlayarak, beyan ile burhanı sentezlemek suretiyle beyanı yeniden inşa etmeyi hedeflemişti.”
İbn Tumert, İbn Bacce (Tedbiru’l-Muvahhidin).. Mağrib ekolünün diğer şahsiyetleri.. İbn Bacce beyan ile burhanı, yani din ile felsefeyi tam olarak birbirinden ayırıyordu. İbn Tufeyl, İbn Rüşd yine bu ekolün diğer kişileri… “Gayb alemi mutlak alem iken şehadet alemi sınırlı bir alemdir, birbirine kıyas edilemez.” diyor İbn Rüşd, o da din ile felsefeyi birbirinden ayırıyor.
İbn Heysem vb. bilim adamları İslam dünyasında ses getirmemiş, tıpkı İbn Rüşd akılcılığının ses getirmediği gibi. Yeni bir başlangıç… Evet; ancak devamı Arap dünyasında değil Avrupa’da gelmiştir.
Sonuç: Arap aklı, tedvin aklının üretimine mahkum olmuş ve yeni şeyler eklemeyi başaramamıştır.
Kitap: ARAP AKLININ YAPISI:
Beyan-irfan-burhan tasnifi burada biraz daha açıklanarak geliştiriliyor.
Beyan şekilleri: Akıl ile beyan (itibar) İtikadi beyan. İbarenin beyanı. Yazı ile beyan. Lafızdan manaya doğru hareket eden bir beyan…
Lafızcılık (nahivde semâ’ya karşı kıyas/kural, belagatte süslü ifadeler, diğer ilimlerde keza…)
“Geçmişteki beyan âlimleri kendi alanlarına özgü bir dil (nahiv dili, fıkıh dili, kelam dili vb.) üretmelerine rağmen bu yaratıcı dil çalışmalarını düşünce konusu haline getiremediklerinden bunun kaçınılmaz sonucuna; düşüncenin sözlü ifadeye, mananın lafza olan üstünlüğü sonucuna, en azından teorik çalışmaların belirli bir seviyesinde bile ulaşamamışlardır. Bu sonuca ulaşamamaları yetersizliklerinden kaynaklanmıyordu. Zira müthiş bir fikri enerjiye sahiptiler. Aksine bu onların nassların kaynak olarak alınması esası üzerine kurulan bir bilgi alanında düşünce ve bilgi üreten bir etkinlik içinde olmalarından kaynaklanıyordu.”
“Nassa, lafızlar dilsel ifadeler ve söylem/hitap sistemi olarak bakılabileceği gibi, bir anlam ve gayeler topluluğu, fikir ve hüküm bütünü olarak da bakılabilir. Şafii’den Hasan Basri’ye, Câhız’dan Cürcani ve Sekkaki’ye kadar beyan sahası âlimleri nassa ilk açıdan bakmayı tercih etmişler ve onu ilk olarak lafız, ikinci ya da üçüncü olarak da anlam veya anlamın anlamı şeklinde görmüşlerdir.”
Fer’den asla hareket: “Beyani akıl yürütmede düşünce sürekli olarak fer’den asla yönelmekte ve bütün durumlarda fer’ asla bağlanmakta iken burhani akıl yürütmede düşünce neticelerden öncüllere değil, öncüllerden neticelere yönelmektedir.”
Selefin otoritesi, sahabe icması ve genel olarak icma: geçmişin otoritesi.. Beyani akla hükmediyor..
Fıkıhtaki kıyas-illet, kelamdaki cevher-araz meselelerini ele alıyor bu noktada..
“Beyani dünya görüşü; Kur’ân’ın Allah, tabiat ve insan ilişkileri hususunda sunduğu tasavvur biçimine dayanır. O halde bu, özünde dini bir görüş biçimidir.”
Kendi görüşü şöyle Câbirî’nin: “O halde Kur’ân belirli bir akıl yürütme tarzını ortaya koymaz. O sadece insanları itibara, akıl yürütmeye çağırır ve hayal ve fikirlerini harekete geçirmek ve dikkatleri belli bir noktaya çekmek için insanlara misallerle anlatır. Kanaatimizce beyan sahası bilginlerinin düştüğü hata, Kur’an’ın bir şeye dikkat çekmek için kullandığı araç ve yöntemleri akıl yürütme için bir kurallar bütünü ve düşünce için bir mantık haline getirmeleridir.”
İrfan: “İrfanı farklı kılan şey onun bir taraftan dini meselelere has bir bilgi olması, diğer taraftan sahiplerinin onu sıradan müminlerin bilgisinden üstün ve rasyonel düşünceye dayanan âlimlerin bilgisinden aşkın gördükleri bir bilgi olmasıdır.”
İrfanilik, gnostisizm demek..
İrfan, düşünce kesinliğine değil iradenin bütünüyle kullanılmasına bağlı…
Hermetikler (aklı perde olarak gören anlayış). Zahir ve batın düalitesini getiriyorlar İslam kültürüne.. Tevil ve şatah devreye giriyor..
“İrfani hakikat genel bir hakikat değil bir şahsa mahsus ve doğruluğunu o kişinin karar ve seçiminden alan subjektif bir hakikattir. Şatah da vecdin feyzinden olduğu sürece vecdin değişmesine bağlı olarak değişir. Bazen ittihad, bazen hulul, bazen şuhud… Öyleyse mesele ister batıni tevil, ister işari tefsir, isterse şatahla ilgili olsun, ifade edilen hakikat insanın içine doğan bir düşüncedir.”
“Beyani bilgi sisteminde bilgiyi üreten akli eylem -veya genel zihni mekanizma- lafızdan anlama yönelirken, irfani bilgi sistemindeki zihni mekanizma bunun tersine batından zahire yani manadan lafza yönelir.” Gazali “Kendisine hakikatler keşf olunan manaları asıl, lafızları tabi kabul eder. Zayıf olan bunun aksidir. O kişi hakikatleri lafızlarda arar.”
Analoji ve irfani kıyas…
Şii irfanı velayet, imamet… İrfan’ın imam’a tahsisi söz konusu burada… Bu husus İmamiyye-İsmaili Şii irfaniliğini, Sufi irfandan ayırt eder. Çünkü sufiler, irfanın verasetle değil, mücahede ve riyazetlerle elde edildiğini ileri sürerler.
Câbirî’nin eleştirisi: “İrfani keşif, irfan mensuplarının iddia ettiği gibi aklın üstünde bir şey değil akli etkinliğin en alt derecesidir. Harikulâde bir şey ya da yüce bir kuvvetin verdiği bir hibe değil, kontrolsüz sıradan zihni etkinliğin ve kendisini besleyen hayalin bir faaliyetidir. Duyular tarafından tespit edilmiş veriler ya da rasyonel matematik veriler değildir. Vakıayla yüzleşmeye ve onu nitelemeye muktedir olmayan ve kendine rasyonel veya maddi veya her ikisi ile birden hâkim olamamış rüya gören bir bilincin verileridir. Hayal âlemi… Reel dünya bu âlemi yalanladığı için irfan mensupları felsefe ürünü mitolojik âleme sığınır. Bu âlem kaynağını eski İran dinlerinde bulan felekler, ilahi-semavi akıllar, mitolojik semavi insan ya da insan-ı kâmil âlemidir. Hermetikler bunları içselleştirip mitolojik karakterlerdeki dini felsefelerinin unsurlarından birisi olan mebde ve mead felsefesini bundan almışlardır.”
Hermetizm, aslında yükselen Yunan akılcılığına irrasyonel bir tepki idi ve Yunan felsefesinin çöküşüne neden olmuştu, işte aynı şekilde Cabiri’ye göre İbn Sinacılık da bu tepkiyi İslam kültürü içinde göstermiş ve Aristocu burhani düşünceyi İslam öncesine döndürerek hermetik bir karaktere büründürmüş ve daha sonrasında irfani ve işraki akımlar olan İbn Arabi irfaniliği ve Sühreverdi işrakiliğine yol açmıştır.
Burhan: Tamamen değilse bile temelde Aristo’yu temel olarak kabul eder.
“Beyani sistem, İslam inancına veya daha doğrusu bu akidenin belli bir şekilde anlaşılan şekline hizmet eden bir âlem tasavvuru oluşturmak hedefiyle nass, icma ve içtihadı temel kaynak otoriteler kabul ederken; irfan, velayeti ve genel anlamda keşfi iirfani bilginin biricik yolu olarak kabul edip Allah ile bir çeşit birliğe gitmeyi -ki bilginin konusu mutasavvuflara göre aslında budur- hedefler. Burhan ise sadece duyular, deney ve akli muhakeme gibi insan aklının tabii bilgi kaynaklarına dayanarak kâinatın bütününün ve parçalarının bilgisini elde etmeye çalışır.”
Burhan bir çeşit kıyas, fakat her kıyas burhan değil.
İbn Sina felsefesi: eklektik bir felsefe..
Beyan ve irfanın hizmetinde burhan… Aristoteles mantığı beyan dairesine sadece alet olarak girmesi dolayısıyla çok köklü değişikliklere maruz kaldı.
“İbn Sina kasıtlı olarak veya değil, dört akımı birleştirip uzlaştırmaya çalışmıştır. Bunlar kelam ilmi, tasavvuf, Aristoteles felsefesi ve hermetik İsmaili felsefe..”
“Aristocu ispatla ilgili durum İslam-Arap kültüründe İbn Sina ile beraber İslam öncesine dönmüştür. Fakat bu dönüş mantığın terki ve kavramsal mekanizmalarıyla ilmi tasavvurlarının da felce uğratılması sonucunda olmuştur. Bu çözülmüş Aristotelesçi miras İslam irfancılığını oluşturan hermetik karışımla ve bütün imkânlarını tükettikten sonra gelişmesi durmuş olan beyani miras ile iç içe geçmiş; bütün bu bilgi sistemlerinin Arap İslam kültürü içinde birbirine girmesi, kavramlarının karışması, meselelerinin çakışması, bakış açılarının ve hedeflerinin çatışması sonucunda olmuştur. Bu durum yeniden yapılandırma faaliyetini zorunlu hale getirmiştir.”
Bu akıl türleri arasındaki tedahül: Haris el-Muhasibi: Beyan ile irfan. Kindi: Beyan ile Burhan. İhvan-ı Safa ve İsmaili filozoflar: Burhan ile İrfan.
Gazali devrinin başlangıç noktası İbn Sina; İbn Rüşd döneminin başlangıç noktası İbn Hazm.
Gazali sonrası, Fahreddin Razi ve Îcî… – İbn Rüşd sonrası, Şatıbi (Makâsıd’üş-Şeria)..
Tasavvuf dış kaynaklı olsa bile üretken bir akılla Arap-İslam dünyasında yeniden şekillenmiş, “Böylece mesele ister beyan, ister irfan, isterse burhan gibi epistemolojik alanlarla ilgili olsun, Arap aklı tedvin devrinin başlangıcından Gazali’ye kadar üretken bir akıldır.” Gazali’yle birlikte Arap aklındaki üretkenlik durmuştur.
Yeniden Yapılanma Projesi: Arap-İslam düşüncesinin yenilenmesi, İbn Hazm eleştiriciliğini, İbn Rüşd akılcılığını, Şatıbi usulcülüğünü ve İbn Haldun tarihçiliğini alıp yeniden yapılandırmamızdaki başarımıza bağlıdır.
Yeni bir tedvin asrı için aklımızı lafzın ve aslın otoritesinden, selefin, kıyasın ve tecvizin sultasından nasıl kurtarırız? Yenileşmeyi kendi kültür mirasımız içinde nasıl gerçekleştireceğiz?
1) Buna teorik değil pratik bir cevap verilebilir ancak. 2) Hiçbir yenilenme sıfırdan başlamaz, daha önceki bir ilkeden başlanarak düzenlenir. Bu da kültürel mirastır.
Cabiri, asıl meselenin “neyi almalıyız neyi bırakmalıyız” meselesi değil, “nasıl anlamak durumundayız, değişim ve uyanış için nereden başlamalıyız?” meselesi olduğunu belirtiyor.
Kitap: ARAP SİYASAL AKLI:
Belirleyiciler: Akide + Kabile + Ganimet
Davetten devlete akide, kabile, ganimet (burada ilk İslami dönem ele alınıyor)
Riddetten fitneye: akide, kabile, ganimet (burada 4 halife dönemi ele alınıyor)
Siyasi bir okuma yapıyor Câbirî.. Gerçekçi insani sebepleri irdeliyor..
Emevilerle birlikte kabile, akideye zafer kazanıyor.
İslam Devletinin “mülk devleti”ne, saltanata dönüşmesi..
İmamet mitolojisi bir yanda.. Diğer yanda cebr ideolojisi..
Mutezilenin siyasi görüşleri etrafındaki akılcı çıkış: aydınlanma hareketi.
Muhammed’in (sav) melik, krallık kurucusu veya iktidara çağıran biri olmadığını ifade eden yazar, ancak bu ifadenin onun bir “devlet kurucusu” olmadığı anlamına gelmediğini de belirtir; hatta Cabiri’ye göre onun daveti, başından beri dini içeriğinin yanı sıra bir tür siyasi tasarı da içermektedir. Bu görüşünü şu önermeyle tekit eder: “Bize göre İslam, hem din hem de devlettir.”
Cabiri, Emevilerin sonu ile Abbasilerin başında “sultan ideolojisi”nin Farslardan alındığını belirttikten sonra aynı paragrafta günümüzdeki duruma da değinerek “Şimdiki çağda ise biz Araplar, bizdeki sınıfların beklentilerini anlatmak üzere, modern ve çağdaş Avrupa’daki sosyal sınıfların ideolojisini (liberalizm, sosyalizm, marksizm) taşıyoruz.” demiş ve hem geçmişin hem günümüzün kaçınılmaz olanla ideal olanı arasındaki uyuşmazlığı ve problemleri irdelemiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, yazarın yeniden inşa düşüncesi, aynı zamanda kültür emperyalizmine karşı özgün bir yapılanmayı da içeriyor.
Arap Siyasal Aklı’ndaki tarih ve literatür tahlili, Cabiri’nin yeniden yapılanma fikriyle birleştiğinde bu durum, istibdada karşılık demokrasinin açık bir şekilde savunulması şeklinde tezahür eder. Modern demokrasi biçimlerini, “bütün insanlığın mirası” şeklinde ifadelendiren yazar, bunu “onların işleri aralarında şûrâ iledir” ayetiyle de ilişkilendirerek İslamileştiriyor. (Başka bir kitabında şûra ile demokrasinin aynı olmadığını söylüyor.) Daha önceki iki kitabında olduğu gibi bu kitabında da Arap-İslam düşüncesinin bugünkü sorunlarını geçmişteki sorunların çözümsüzlüğünde arayan ve her ikisi arasındaki irtibatı kuran Cabiri, siyasal akıl konusunda şunları söylüyor: “Böylelikle kabilecilik, grupçuluk ve dini-akidevi aşırılık geri gelip, Arap dünyasına önceden kimsenin beklemediği biçimde başat oldu. Bastırılmış şey geri geldi, böylece şimdimizi geçmişe döndürdü. (…) “Kabile” siyasetin yönlendiricisi, “rant” iktisadımızın özü oldu. “Akide” ise ya meşrulaştırıcı rantçı ya da Havaricî oldu.” Çözüm ise toplumdaki “kabile” unsurunu kabiledışılığa dönüştürmek, partilerle, sendikalarla, bağımsız dernekler ve anayasa kuruluşlarıyla yeni bir toplumsal örgütlenme oluşturmak; “ganimet”i vergici ve üretici bir ekonomiye çevirerek rant ekonomisinden kurtulmak ve güçlü bir ekonomi için Arap ortak pazarı”nı kurmak; “Akide”yi salt düşünceye çevirmek, mezhepçi karşıtlıklar yerine düşünce özgürlüklerinin geliştirilmesine fırsat tanımak ve hepsinin ötesinde Arap dünyasının birliğinden söz etmek…
Kitap: ARAP AHLAKİ AKLI:
Ahlak ve edeb kavramlarının analizini yapıyor (ahlak Yunan felsefesinden gelen ahlak felsefesi için kullanılır olmuş, edeb ise Fars saray edebiyatından yapılan çevirilerde kullanılmaya başlanmış)
Değerler krizi… (yine tedvin asrına kadar dönen bir kriz)..
Arap kültüründe değer düzenleri -kökleri ve dalları-
Buna göre Farisi mirastan, Yunan mirasından, sûfî mirastan, saf Arap mirasından ve saf İslam mirasından gelen akımlar, bazen birbiriyle çatışarak, bazen uzlaşarak veya sentezlenerek ve bazen de birbirleriyle karışarak ya da birbirlerine galip gelerek büyük ana akımı oluşturmuş ve bugün hâlâ etkisini devam ettiren belli bir ahlakî aklı meydana getirmiştir, yani Arap Ahlaki Aklı’nı.
Her mirasın kendi içinde bir değerler düzeni vardır ve değerler düzeninin merkezinde bir tane merkezî değer bulunmaktadır; diğer değerler bu merkezî değerin etrafında sıralanırlar. Buna göre Farisî mirasın merkezî değeri “itaat”, Yunan mirasının merkezî değeri “mutluluk”, sûfî mirastaki merkezî değer “fenâ”, saf Arap mirasındaki merkezî değer “mürüvvet”, saf İslam mirası veya Kur’ân ahlakındaki merkezî değer ise “salih amel”dir.
Emevilerdeki “cebr” söylemi (insan iradesinin reddi, her şeyi Allah yapıyor..), itaat ahlakından farklı…
Bir değer olarak itaat, Emevilerin iç ayaklanmalarla sarsılmaya/yıkılmaya başladığı son dönemlerinde devletin ayakta kalabilmesi için ve bu ihtiyaca binaen Farisi mirastan ödünç alınmış, saray kâtiplerinin tercüme ve telifleriyle, ayrıca bu kâtipler tarafından yazılarak halka açık alanlarda sultan adına okunan mektup ve hutbelerle temellendirilmiş, Halife/Sultan olarak yetiştirilen saltanat çocuklarına Kur’ân’ın yanında bir ders kitabı olarak okutulan “Ardeşir Vasiyetnamesi” ile nesilden nesle aktarılarak iyice kökleştirilmiş, Abbasiler döneminde ve daha sonraki dönemlerde hep iktidar tarafından desteklenmiş, bazı İslam âlimlerinin yazdığı ahlak kitapları aracılığıyla İslamileştirilerek tartışmaya kapatılmış, diğer değerleri etkisi altına alarak üste çıkmış ve böylece günümüze kadar Arap aklının en baskın değerini oluşturmayı başarmış ve Arap-İslam toplumlarının felaketi olmuştur. Bireyin mutluluğu temelinde yükselen Yunan ahlak düşüncesi, mürüvveti esas alan Arap geleneği ve salih amel ile birlikte maslahatı esas alan İslam ahlakı belki de güzel bir bütünlük oluşturarak Arap Ahlakını sağlam temellere oturtacakken, devletlerin ve sultanların desteği ve toplumların bazı âlimler ve yazarlar tarafından düşüncesizleştirilmesi neticesinde, bir yandan hermetik geleneğe dayanan sûfî mirasın “fenâ” (yok olma) ahlakıyla her şeyin yok edildiği ve ahlaki değerlerin de fenâ bularak yok olduğu bir ahlak toplumlara süslenerek sunulmuş, müridin şeyhe itaati burada esas alınarak şeyhin saltanat sürmesine imkân verilmiş, diğer yandan Farisi mirasa dayanan itaat ahlakıyla bireyler yok sayılarak “her şey sultan için” anlayışı yaygınlık kazanmıştır.
İtaat ahlakı o denli kök salmıştır ki, Yunan mirasına atfedilen birtakım sahte metinler bile itaat ahlakını savunan bir biçimde yazılmıştır. Bunların sahteliği Yeni-Eflatunculuk dönemine kadar gider. Ancak İslami dönemde eklenen kısımlardır itaat ahlakını savunan metinler.
Cabiri’nin öne çıkardığı ve günümüz için de model olabileceğini söylediği metinler ise, ahlak meselesine bilimsel eğilimlerle yaklaşan ve ahlaki bozuklukların giderilmesi için psikolojik yöntemler öneren metinlerdir. Bunun adı “ahlak tıbbı”dır. Sabit b. Sinan, İbnü’l-Heysem, Kindî ve Razî’nin eserleri gibi. Yunan mirasındaki felsefi yönelim ise bir kısmıyla Kisracı değerlere yenik düşerek “Erdemli Şehri” bir Kisra devleti haline getirmeye çalışıyor ki bu Farabi’de somutlaşır. Ve burada “Arap-İslam rüyası ne zaman bu Ardeşir modelinden kurtulup özgürleşecek?” diye sorar yazar. Bir kısmıyla da “bireyin kendini yönetmesi” esasına dayalı İbn Bâcce’nin projesine dönüşür. İbn Rüşd’ün Platon’un eserine yaptığı Muhtasar ile İbn Bacce’nin söz konusu kitabı, Cabiri’nin İslam ahlakının yeniden inşası için önerdiği eserler arasındadır. İbn Rüşd’ün kitabı muhtasar olmanın yanında özgün metinler de içerir. İbn Rüşd ve İbn Bacce’nin bu kitapları bizi Ardeşir’in itaat ahlakından ve sûfîlerin pasifleştirici ahlakından kurtaracaktır. Felsefe içinde Âmirî, Miskeveyh ve benzerlerinin derlemeci bir eğilimle yazdıkları ansiklopedik ve iktibas ağırlıklı eserleri ise, itaat ahlakını içinde barındırdığından, hem sistematik değildir ve hem de Cabiri’nin yeniden inşa düşüncesi için olumsuz örneklerdir.
Tasavvuf, Cabiri’nin nezdinde İslam kaynaklı bir oluşum değildir. Ahlak konusunda onun tasavvuf değerlendirmesi “fena” kavramıyla özetlenebilir. Sûfînin nihai amacı olan fenâ yani yok oluş, onun kişilik özelliklerini ve ahlakını da yok ediyor. Sonuçta şatah halinde olduğu gibi bir kuralsızlık ve bir sınırsızlık haline dönüşüyor ahlak, bu da sufilerin başlangıçta benliklerini şeyhe köle olma yolunda kaybetmeleriyle başlayıp sonuçta Allah’la bütünleştikleri esnada tüm benliklerinden ve ahlaktan sıyrılmalarıyla neticeleniyor. Bu sonuçlara ulaşmak için Cabiri’nin yararlandığı kaynaklar tasavvufun birincil kaynaklarından Hücvirî, Kuşeyrî, İbn Arabî, Ebu Talib el-Mekkî ve benzerleridir. Fena ahlakını, tedbirin terki, yani geleceğe yönelik planlama yapmanın terki ve “amelsizlik ahlakı” olarak niteleyen Cabiri, “aslında fenâ ahlakı sadece ahlakın fenâsına değil aynı zamanda milletlerin de fenâsına yol açıyor; modern asırda ortaya çıkan ıslah hareketlerinin tarikatlarla mücadele şeklinde ortaya çıkması da bir tesadüf olmasa gerektir.” sözleriyle bitirir bu kısmı.
Saf Arap mirasında mürüvvet ve kerem kavramlarını öne çıkaran Cabiri, Saf İslam Mirası’nda Muhasibi’yi öne çıkarır ve aslında Muhasibi’nin zahitlik yönünün diğer tasavvufi akımlardan farklı olduğunun altını çizer. Başka bir ifadeyle Cabiri’nin tasavvuf adına onaylayabileceği kaynaklar varsa Muhasibi bunların başında gelir ama o da tasavvufun ana akımının dışında olup özgün İslami bir çizgide yer almaktadır. Ona göre “İslam ahlaki düşüncesi” diye adlandırılabilecek projenin ilk çalışmaları Muhasibi’nin eserlerinde yer alır. Ragıb el-İsfahani, Maverdi ve Gazali’nin ahlak çalışmalarında özgünlükten uzak karma bir sistemin mevcudiyeti ve Fars mirasından ve Yunan ahlakından alınan şeylerin İslamileştirilmesi var olduğundan Cabiri bunları da eleştirir. Onun İslam ahlakı hususunda asıl öne çıkarmak ve günümüze ışık tutucu olarak övmek istediği kişiler biraz önce bahsettiğimiz Muhasibi ile birlikte “salih amel” ahlakını öne çıkarıp maslahat kavramını ahlakın ve siyasetin esası yapmak isteyen İzz b. Abdüsselam ve bir de İbn Teymiyye’dir.
Kitapta “değerler krizi”nden bahseden kısımda Büyük Fitne’den itibaren başlayan ve vicdanlarda “iman” kavramının bile sorgulanır olmasıyla sonuçlanan krizin izi sürülürken, bu fitne korkusunun halkı despotik yönetimin itaati altına almak isteyen bütün iktidarlar tarafından nasıl kullanıldığını da gösterir. Ve “Fitneden sakınmaya” gösterilen bu aşırı rağbet, aslında kendisi bir fitne olan zillet ve alçaklık içinde yaşamanın kabullenilmesini haklı göstermiştir!” diyerek otoriteye mutlak itaati mutlak olarak reddeder.
Bu kitapta bir yandan itaat ahlakının İslamileştirilmesini eleştiren ve “din ile mülk (devlet) ikiz kardeştir” düşüncesini reddeden Cabiri, diğer taraftan İslam’ın hem dünya ve hem de ahiret dini olduğunu, Muhammedî davetin de bu doğrultuda en başından beri hem dini, hem de siyasi bir hedef güttüğünü ve bir devlet inşa ettiğini söyler. Ancak buradaki “mülk” kavramının devlet anlamına gelmekle birlikte içinde saltanat sistemine dayalı despotik bir sultanlık anlamını da içerdiği de göz önünde bulundurulmalıdır. Ardeşir düşüncesindeki ve itaat ahlakındaki din-devlet birlikteliğinde “din devletin kontrolü altına alınmak istenmektedir.” Cabiri’nin itiraz ettiği nokta sadece bu mudur peki? Cabiri’nin “Yeniden Yapılanma” adlı eserinde laiklik “hayatın kamusal alanının din ve din adamları otoritesine teslim edilmemesi” olarak adlandırılır. Dolayısıyla laiklik din adamları sınıfının olduğu toplumlarda bu sınıfın dışlanmasına yönelik bir tepkidir. Oysa “İslam, bir grubun tekelinde bulunan manevi otorite ve bir başka grubun tekelinde bulunan siyasi otorite şeklinde parçalanmış bir yapıyı tanımaz.” Cabiri’ye göre Arap dünyasında ortaya çıkan “laiklik” kavramı, Osmanlı’nın Türkleştirme siyasetine karşı bir tepki olarak doğan “Arap milliyetçiliğinin” Arapları birleştirmek için kullanmaya başladığı bir kavram olmuştur. Cabiri “laiklik” kavramının Arap-İslam toplumlarına uygun olmadığını söyler ve bunun yerine “demokrasi” ve “akılcılık” kavramlarının kullanılmasını önerir.
Vasfî ile söyleşisinden bir iki not:
“Yeni bir fıkıh usulünün tedvini veya günümüz ihtiyaçlarına cevap verebilecek kanunların teşrii”… (Câbirî’nin yapılmasını istediği şey)
“Muhammedi toplumda fakir ile zengin, siyah ile beyaz arasında hiçbir ayrım yoktur. Bu toplumda değerler takva esasına dayanıyordu. Bu tecrübe ile demokratik ve sivil toplum düşüncesini ilk olarak insanlığa armağan eden ve tanıtan İslam olmuştur. İslam’dan önce hiçbir şekilde böyle bir toplum bulunmuyordu.”
Tarihselci mi?
Hasan Hanefi, Arkoun veya Fazlurrahman gibi bir tarihselcilik gözükmüyor Câbirî’de. Daha doğrusu, dinin hükümlerini veya kelami meseleleri tartışmaya açan bir üslup kullanmıyor, bu tartışmaları da gereksiz görüyor. Epistemolojiyle ve sistemle ilgileniyor.