Özgür Eğitim-Sen Genel Başkanı Abdulbaki Değer, kamuoyuna yansıyan müfredat gündemi üzerinden değerlendirmede bulunuyor.
Karl Jaspers, Totalitarizmin Öğeleri ve Kökenleri kitabının Almanca baskısına yazdığı önsözde Hannah Arendt’i şöyle onurlandırmıştı: “Bu kitapta en radikal olandan kaçmayan, görmemenin daha rahat olduğu yerde gözlerini kapamayan, acımasızca kendisiyle mücadele eden ve tutkulu bir şekilde tecrübe kazanan bir insanın yüksek aklı görev başındadır.” Jaspers’in bu sözlerini eksikliğini varoluşsal biçimde yaşadığımız bazı hususları yetkinlikle dile getirdiği için alıntıladım. En radikal olandan kaçmayan, görmemenin daha rahat olduğu gözlerini kapamayan, acımasızca kendisiyle mücadele eden, tutkulu şekilde tecrübe kazanan yüksek akla sahip olmaya çalışmaktansa Nietzsche’nin ifadesiyle “yerleşik kanıların” arkasına saklanarak, gerçeklikle yüzleşmekten imtina ederek, kendimizle yüzleşmekten kaçarak, “oldu(k)m” tuzağının konforunda “mış gibi yaparak” yaşamayı tercih ediyoruz. Genel görünümümüz bunu zaten teyit ediyor. Basına yansıyan eğitim-öğretim alanıyla ilgili bir haber üzerinden bu görünümün altını çizmekte fayda görüyorum. Nihayetinde anlamlı bir yol alışın ancak gerçekliğimizi görmeyle mümkün olacağı açık.
Habere göre AK Parti Kızılcahamam kampında Milli Eğitim Bakanı ile vekiller arasında bir diyalog yaşanıyor. Vekiller “Müfredata ‘adap’ dersi konulsun” önerisinde bulunuyorlar. Bakan Özer de “Müfredata cari açık dersi konulunca, cari açık kapanmıyor” şeklinde yanıt veriyor. Vekillerden gelen talep içeriği itibariyle önemli. Bakanın verdiği cevap da en az diğeri kadar üzerinde durulmayı hak ediyor. Önce vekillerin talebiyle başlayalım. Müfredata “adap” dersi konulsun talebi şüphesiz şu açıdan çok önemli. Birincisi bize siyasetin merkez üssünün toplumsal hayata ilişkin memnuniyetsizliğinin hangi alanda olduğunu gösteriyor. İkincisi ise memnuniyetsizliğin giderilmesi noktasında ne tür bir çözüm stratejisinin öngörüldüğünü sunuyor. Vekiller iktidarlarının yirminci yılında genç neslin durumundan şikâyet ediyorlar üstelik bu şikâyet kültürel aktarımın en asli boyutunda yaşanan tıkanıklığa vurgu yapıyor. Vekiller “adap” öğretilsin derken sanırım kelimenin içerdiği anlam olan edep, güzel ahlak, iyi tutum ve davranışlar noktasında acil müdahale gerektiren bir problemimiz olduğuna vurgu yapıyorlar.
Bu tespit şüphesiz yeni değil ama dile geldiği yer, dile geldiği zaman ve dile getiren kişiler itibariyle önemli. Diğer yandan bu önemine rağmen aynı zamanda son derece yüzeysel, mekanik ve tepkisel. Çünkü “adap” açığımızın neden kaynaklandığına ilişkin hiçbir şey söylemiyor. Sebeplerini bilmediğimiz bir sorunun çözümünün müfredat üzerinden olacağını düşünmek modernleşme tarihimizin başlangıcından bu yana bir türlü hakkıyla yüzleşemediğimiz modern bir hurafe. Diğer önemli boyut ise bizi gerçeklikle yüzleşmekten alıkoyan, bir takım aslı astarı olmayan iddiaları sorgusuz kabule zorlayan egemen işleyişte, bu talepte de görüldüğü üzere, paradigmatik olarak hiçbir şeyin sorun edilmeyişi. Örneğin müfredata matematik dersi koyduk da ne oldu diye sormuyor, soramıyor. Müfredata ingilizce dersi koyunca ne oldu, ne fark etti diye merak etmiyor. Veyahut müfredata demokrasi ve insan hakları dersini koyduğumuzda ne tür bir başarı yakaladığımızı sormuyor. Değerler eğitimi ile ilgili yürütülen çalışmaların okullarda ne tür bir sonuç ürettiğinin farkında değil. Okul, müfredatta yer verilenlerin üstesinden layıkıyla geliyor mu ki çözümü müfredata yapılacak eklemeler üzerinden düşünelim? Bu hamur çok su kaldırır. Şimdilik vekillerin talepleri üzerinden bu kadarıyla yetinelim ancak sanırım herhangi bir sorunu çözmemizin bu haliyle ne kadar zor olduğunu yeteri kadar gösteriyor.
Gelelim sayın bakanın cevabına. Cevap ilk bakışta çok zekice duruyor şüphesiz. Gelen talebi karşılama, değerlendirme ve boşa çıkarma noktasında çok da sükseli. Sayın bakan talebin naifliğine, mekanik çözüm beklentilerinin uygunsuzluğuna ilişkin yerinde ve anlamlı bir cevap veriyor: “Müfredata cari açık dersi konulunca, cari açık kapanmıyor.” Çok doğru ve yerinde bir cevap. Ancak bu cevap arkasından bir analiz, bir çözümleme, bir çözüm gelirse anlamlı olur. Aksi taktirde cevap verdiği talepten pek bir farkı kalmaz. Sayın bakan müfredata bir şeyi almanın eğitim-öğretim faaliyeti açısından yeterli olmadığını bu cevabıyla kabul ediyor daha doğrusu bunun altını çiziyor. Eğitim-öğretim bahsinde müfredat eksenli bir yaklaşımın, bir okumanın nasıl çaresiz, beyhude bir girişim olduğunu sadelikle örnekliyor. İkincisi milli eğitim bakanı da tıpkı vekiller gibi gençlerimize ilişkin bir “adap” probleminin varlığını kabul ediyor. Bu talebin içerik olarak uygunsuzluğuna vurgu yapmıyor çünkü. Bu talebin nasıl karşılanacağına, müfredat üzerinden baş edilmesi talebine çekince koyuyor. Böyle olunca altını tekrar çizelim gerek iktidar partisinin vekilleri gerekse de iktidar partisinin bakanı tarafından eğitim alanında üzerinde ciddiyetle durulması gereken mesele olarak “adap”ın varlığı ve önemi öne çıkıyor. Kendi başına önemli, ciddi. Buna nasıl çözüm bulacağımız, yukarıda da belirttiğim üzere, ancak meseleyi nasıl tespit ettiğimiz, zeminini, sebeplerini, bağlantılarını vs. nasıl kurduğumuzla mümkün. O halde bakanın cevabına dönelim yeniden. Bir “adap” problemimiz olduğunu kabul ettiğinize ve bunun müfredata konulacak bir ders üzerinden çözülemeyeceğini de ifade ettiğinize göre bu soruna ilişkin ne söylüyorsunuz? Ülkemizin cari açığı mevcut, el atılması gerektiği açık ve bunun da asıl sorumlusunun hükümet olduğu tartışmasız olduğuna göre ve siz de bunu kabul edip örnek verdiğinize göre “adap” ile ilgili vekillerden gelen çözüm talebinin yersizliğini belirttiğinizde bunu kendi başına yeterli bir çözüm olarak mı görmemiz gerekiyor? Bir “adap” problemimiz var ve bu “adap” problemi müfredata ders eklenerek çözülemez dediğimizde çözüme ilişkin bir bir şeyler söylememiz gerekiyor doğal olarak. Kabaca nasıl olmayacağını söylemek rafine bir nasıl olacağını söylemek anlamına gelmiyor. Dolayısıyla “müfredata “adap” dersi konularak olmaz” dediğimizde meseleye ilişkin söze giriş yaptığımızı belirtmiş oluyoruz. Normal koşullarda dil ve rasyonalite bunu gerektiriyor.
Kamusal hayatımızın niteliğini, işleyişini göstermesi açısından bu diyalog üzerinde durma gereği duyuyorum. Eğitim-öğretim alanında konuşmamızın, tartışmamızın düzeyini, kalitesini, kalibresini göstermesi açısından önemli. Bütün olarak değerlendirildiğinde önemli bir gösterge. Dile gelen talep, talebin içerdiği derin problem, uygun görülen teklif, yetkili makamca talebin değerlendirilişi, problemin teyidi ve nihayetinde uygun görülen çözüm vs. hepsi mantık, kurgu, anlayış olarak eğitim-öğretim sistematiğimizde neden hiçbir şeyin değişmediğini ve değişemeyeceğini açıkça gösteriyor. Bu düzeneğin, bu işleyişin, hayatla kurduğumuz bu tarzın ne sorunları anlamlı tespit etme ne de makul ve meşru çözüm üretme kapasitesi var. Şüphesiz görüntüde bir eğitim-öğretim faaliyeti, konuşması, tartışması var görünüyor ancak görüntüye aldanmamakta fayda var. Görünüm bu olabilir ancak gerçeklik tıpkı vekillerin talebinde sorun olarak netleştiği üzere bambaşka bir şey söylüyor. Siz müfredat, okul, ders, eğitim vs. diyorsunuz ancak hayat bunlar üzerinden kurduğunuz yapıyı ve ilişkiyi karikatürleştiriyor, işlevsiz bir aygıta dönüştürüyor. Bakan, vekillere verdiği cevapla bu manzarayı tespit ediyor gibi bir cümle kuruyor. Yukarıda değindiği üzere bu cümlenin anlamlı olması için devamında bir şey söylemesi gerekiyor. Hem yürütülen faaliyetin anlamını kaybetmemesi için hem de dile gelen soruna ilişkin anlamlı bir çözüm için. Çok kritik bir noktadayız ve tam da bu kritik noktada kritik bir soru sormamız gerekiyor: Bakan bildiği bir cevabı mı bizden esirgiyor yoksa lisan-ı hâl ile çaresiz olduğunu, bu sorunun kendilerini aştığını mı dile getiriyor? Gerçekten de “en radikal olandan kaçmayan, görmemenin daha rahat olduğu gözlerini kapamayan, acımasızca kendisiyle mücadele eden, tutkulu şekilde tecrübe kazanan yüksek akla” ihtiyacımız var.
Kaynak: Farklı Bakış