Caminin yüzü, yalnız Öteki dünyaya dönük değildir. Bu dünyaya da, hayata da dönüktür. İslam dini, kendisinde iki dünyanın barıştığı ve birleştiği bir dindir. Bu hayatla öbür hayatın bağdaşması ve kaynaşması, birinci planda tutulmuştur. Fakat ne yazık ki Müslümanlar, camilerin bu misyonunu unuttular ve yitirdiler.
İki dünya da hiçbiri, kendi sınırını çiğneyerek öbürünü ezmez. Ruhla beden gibidir bu dünyayla öbür dünya. Biri, öbüründen üstün görülebilir ama hiçbiri öbürünü tam olarak ortadan kaldırmaz. Çünkü bunlardan biri, tam ortadan kalktığında, uzun bir vadede öbürü de söner. Öteki dünya aşkı, bu dünyayı yaşamaya değer hale getirir. Dünya ve hayatı, İslami ölçüleri içinde verimlendirmede öteki dünya sevgisini ateşlendirir.
Çağımızda birçok kurum, anlam ve ruhunu, etkinlik ve işlevini kaybettiği gibi camiler de ne yazık ki, bu fonksiyonunu yitirmiş ve adeta siyasi partilerin bir ocağı, bir şubesi haline getirilmiştir.
Camilerde esas olan taşıdığı ruhu yaşatmaktır. Konuyla ilgili olarak düşünür-şair Sezai Karakoç şu tespitlerde bulunur: “Camiler, toplumun en kutlu ve en canlı kurumları olduğu zamanlar, dünyanın en üstün toplumu idik. Camiyi hayattan sürmeye başladık başlayalı, adeta ilahi bir ceza olarak biz de hayattan sürülmeye başlandık. Başarı, hayatta tapmakta değil, hayatın hakkını vermektir.
Ruhun vücutla varlığını dışa vurması, vücudun da ruhun buyruğunda, anlam kazanması gibi, dinin erdirici ışıkları altında, iki dünyanın ve iki hayatın birbirine bağlı olarak olgunlaşmaya, İslam’ın insan için belirlediği bir var oluş şartıdır. İşte cami, başta insanoğlunun var olma nedeni olan ibadet ocağı ise de, ibadet nasıl var oluş akışının merkezi çizgisi ve mihveriyse, o da İslam toplumunun yaşayışında bütün hayat faaliyetlerinin açıldığı bir kaynaktır, temel kurumdur, hayatın, çevresinde daire daire toplanacağı bir öz yuvadır.
Camilerinde hayatın taştığı Müslüman toplumlar, gerçek anlamıyla en canlı hayatla taşan toplumlardır. Çünkü camiden taşarak topluma gelen hayat, ölmezlikle güçlenmiş ve ebedilikten canlılık kazanmış bir hayat olacaktır.
Binlerce Müslümanın bir arada ibadet edecekleri büyük camiler yerine küçük ama fonksiyonel camiler inşa etmek daha makul ve daha yararlıdır. Normal vakitlerde bir saf dahi oluşturmayacak şekilde vakit namazları için binlerce Müslümanı barındıracak şekilde büyük camilerin yapılması, inşa edilmesi ve oluşturulması, israftan başka bir şey değildir. Ve İslami de değildir.
Yalnız hayattan bezenler intihar etmez, Hayata fazla tapanların da sonu büyük bir ihtimalle intihandır. Başarı, hayata tapmakta değil hayatın hakkını vermektedir.
Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde yüz elli bin personelin, sadece namaz kıldırma memuru olarak görev yapmaları ve namaz biter bitmez ön saftan çıkıp gitmeleri, hazin bir durumdur. Bu nedenledir ki şair, bu yeşil sarıklı ve cübbeli ulu hocaların görevlerinin kendilerine hatırlatmakta sorumlu görüyor:
“Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu bana öğretmediniz
Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz”
Hayatın her alanına ilk ışık, camiden tutulmalı ve camiden taşmalıdır. Toplum ilerleyişlerinin ilk çıkış noktası camidir İslam ülküsünde. En saf ibadet heyecanının, düşünce canlanışının, kültür hamlelerinin, edebiyat doğurganlığının ve toplum dayanışmasının verim üstüne verimin katmerlendiği bir bilinç evidir cami. Ama ne yazık ki camileri bu ruhtan yoksun bıraktık ve sadece kılınan beş vakit namazla sınırlı hale getirdik.
Kaynak; Farklı Bakış