Cahiliye

Cahiliye tam da Yüce Allah’ın Musa eliyle Firavun’a İbrahim Eliyle Nemrut’a, Hz. İsa ve Hz. Muhammed eliyle bütün insanlığa gösterdiklerini unutmuşluk halidir.

Cahiliye

Yasin AKTAY ANALİZ ETTİ...

oronavirüs günlerinin her birimize hayatımızın anlamı, bu hayatta yaptıklarımızın ve yapabileceğimiz halde yapmadıklarımızın muhasebesi, başkalarından esirgediğimiz yardımlarımızın bize aslında neler kazandırmamış olduğu, bilakis kaybettirmiş olduğu üzerinde derince düşünme fırsatı veriyor olmalı. Biriktirdiğimiz bütün mallar, mülklerin bir anda bütün anlamını yitirdiği, daha doğrusu gerçek anlamını bulduğu bir noktadayız

Hatırlayın, daha birkaç ay önce kapımızı çalıp gelen Suriyeliler ve göçmenler üzerine neler konuşuyorduk? “Bunlara bakmak zorunda mıyız? Kendi çocuklarımız açken bunların yükünü neden çekiyoruz? Aksaray’da Suriyeliler yüzünden sokakta yürüyemeyecek hale geldik vs.” Korona günlerinde o soruların, o tartışmaların, o vurdumduymazlığın anlamı nasıl da değişti. Aradan kendimize ait sayarak gözümüze perde kıldığımız konforumuz, mülkümüz, malımız çekilince hakikat nasıl da gün gibi ortaya çıktı.

Seyyid Kutub’un modern insanın Allah’a ve insanlara karşı vurdumduymazlığını “cahiliye” olarak niteleyen yaklaşımını fazla radikal bulup eleştirenler çok oldu. Bu kavramsallaştırmasından dolayı tekfircilikle, başka fikir ve düşüncelere sahip insanlara karşı uzlaşmaz bir dışlayıcılıkla suçlandı. Oysa Kutub, tam da o hakikatin penceresinden bakarak insanların zaman zaman kitlesel olarak kendilerini kaptırabilecekleri bir vurdumduymazlığa, lakaytlığa, gaflete, delalete işaret ediyordu.

Bizzat Müslümanların da içine girebilecekleri bir cahiliye durumundan bahsetmekle aslında kastının tekfir değil, bizzat Müslümanları da Müslümanlığa intisap etmiş olmaya güvenmemeleri konusunda uyarıda bulunmak olduğunu gösteriyordu. Böylece Müslümanlığı bir müktesep hak haline getirip, onu etnik bir mensubiyete de indirgemenin İslam’ın ruhuna uymadığını anlatıyordu. Yani adınız Müslümansa bile bu, sizin kurtulmuş olduğunuzu garanti etmiyordu. Müslümanlık her gün, her an bedeli teyakkuzla ödenmesi gereken bir sorumluluktur.

Aslolan, sürekli teyakkuz halinde yaşamaktır, çünkü hayat içinde sürekli bir imtihan halindeyiz ve insanı sürekli olarak ayartmaya ve gaflet ve delalete sürüklemeye hazır bir nefsi, psikolojik halleri, hırsları, tamahları, kibirleri, kompleksleri vardır.

Aslında Seyyid Kutub’un yaptığını Yunus Emre de kendi dilince yapıyordu. “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, ya kendini bilmezsen, bu nice okumaktır. Okudum bildim deme, çok taat kıldım deme, eğer hak bilmez isen, abes yere yelmektir.” Kendini bilmediği ölçüde kişi cahiliyenin farklı seviyelerinde yüzer. Kişi kendini bilmeyince rabbini de bilmemiş olur.

Esasen bütün büyük filozoflar kendilerine göre keşfettikleri hakikate bigane kalanları ya unutkanlıkla, ya gafletle, ya cehaletle nitelerler. Nietzsche ve Heidegger’le başlayan ve bütün bir Batı geleneğini “sözmerkezci bir metafiziğe garkolmuşlukla” suçlayan çizgi bugün Batı’da hermenötik, postyapısalcı ve postmodern felsefelerin en kalın çizgisidir. Heidegger, Socrates sonrası bütün Batı felsefesinin Varlığı unutmuş, ona hakkını vermemiş olmak dolayısıyla tam bir gaflet ve delalet içinde olduğunu söyler, söylemekle kalmaz, bu felsefeye bağlı insanlardan bir söz bile duymak istemez. Ama kimse ne onu ne de onun felsefesini daha da radikal uçlarına götüren Gadamer, Derrida, Rorty, Guattari, Deleuze, Caputo gibi isimleri ne tekfircilikle ne de bağnazlıkla suçlar.

Bu ayrı bir mevzu tabi ve çok söz kaldırır. Gelelim bugün, Korona günlerinde hayatımız boyunca kapıldığımızı fark etmiş olduğumuz cahiliyeye.

İtiraf edelim ki bugün hemen hepimiz başımıza gelen bu musibet dolayısıyla hayatımızla ilgili kendi vurdumduymazlığımızı çok daha iyi fark ediyor ve ve bu vurdumduymazlığın bizi nasıl bir “cahiliye” durumuna gark ettiğini kabule daha fazla yaklaşmış oluyoruz.

Elbette Kutub’un da kast etmediği gibi her tür cahiliye kafirlik değildir. Ancak cahiliye, insanın bu dünyada, ahireti hesaba katmayarak, ölmeyecek gibi ihtiraslarıyla, hırslarıyla, husumetleriyle yaşamasıdır.

Cahiliye, bu dünyada ihtiyaç sahipleri kapını çalıp senin sahip olduklarından bir pay talep ettiklerinde, onları hor ve hakir görmendir, çünkü sahip olduklarını gerçekten kendine ait sanıyorsun ve başka insanların derdini kendi derdinden gayrı görüyorsun.

Cahiliye, bütün hayatın boyunca harcasan bitiremeyeceğin mal ve mülkün üstüne daha fazlasını koyabilmek için başkalarına kul köle olmaktır.

Cahiliye senden hiçbir farkı olmayan, senin gibi yaratılmış kul olan insanların önünde üç kuruş menfaat için eğilip bükülmektir.

Cahiliye, senin gibi Allah tarafından yaratılmış kul olan insanlara üstünlük taslayıp onları kendine kul etmeye, sömürmeye çalışmandır.

Cahiliye dünyanın kaynaklarının Allah’ın yarattığı bütün insanlara yeteceğini unutmak, bilmemek veya bilmiyor gibi davranmaktır.

Cahiliye, Allah’ın bahşettiği arzının ve nimetlerinin, imkanlarının yeterince geniş olduğunu unutup kısıldığı zindanda kendini mecbur/mahkum zannedip zillete rıza göstermek, zillete alışmaktır.

İşte Muhammed Kutub’un ifadesini yenileyecek olursak, 20. ve 21. Asrın Cahiliyesi: ortaya koyduğu bilim ve teknolojisiyle böbürlenmek, bu teknolojiyle neredeyse Allah’a kafa tutabileceğini vehmetmek ama bizzat kendi eliyle kurduğu dünyanın, teknolojilerin kendi felaketine yol açabileceği ihtimaline gafil kalmak. Düşmanlarını binlerce kez öldürebilecek silah teknolojisi ve sanayiini dünyanın parasını harcayarak üretirken mini minnacık bir virüsün kendi kurduğu ve adına büyük bir kibirle “küresel” dediği dünyada nelere kadir olabileceğini gözardı etmek.

Cahiliye tam da Yüce Allah’ın Musa eliyle Firavun’a İbrahim Eliyle Nemrut’a, Hz. İsa ve Hz. Muhammed eliyle bütün insanlığa gösterdiklerini unutmuşluk halidir.