Peker ne dedi, Soylu ne demedi tartışmaları arasında Türkan Elçi, gözler ve kameralar önünde işlenen Tahir Elçi cinayetini hatırlattı.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 24 Mayıs Pazartesi günü katıldığı canlı yayın programındaki açıklamaları ve soru sormak üzere yayında bulunan gazetecilerin “performansı” üzerine çok şey söylendi. Yazılanların, söylenenlerin üç aşağı beş yukarı tekrarını bir de ben yapmış olayım diyecek değilim.
Programın bütününe ilişkin, özetle, Soylu açısından “sürpriz” bir durum olmadığı, gazeteciler açısından ise izleyicilerin tam bir hayal kırıklığı yaşadığı söylenebilir. Gazeteciler orada kamuoyunun merak ettiği soruları sormak ve cevaplarını almak üzere bulunuyor idiler. “Ne yapalım cevap vermiyorsa yani?” diyenlerin gazeteciliğe dair bildiklerini gözden geçirmeleri ve mesleğin duayenlerinin bu tür durumlarda ne yaptıklarına dönüp bakmaları gerektiği kanısındayım. Mesela Mehmet Ali Birand’ın dönemin başbakanı (2001) Tansu Çiller ile röportajına bakabilirler (32. Gün arşivinde var). Birand orada laf kalabalığı yaparak soruları savuşturmaya çalışan Çiller’e, “Bana soru sormayı siz öğretemezsiniz” demiş ve demagoji yapmasına izin vermemişti.
Benim kafama takılan ve asıl üzerinde durmak istediğim, Soylu’nun “Bizim dönemimizde Necip Hablemitoğlu, ki o da FETÖ işidir, faili meçhul cinayet var mı?” şeklindeki sözleri… Bu gayet iddialı ve kendinden emin soruya moderatör olarak Kübra Par, gazeteci olarak Veyis Ateş, Mehmet Akif Ersoy, Merdan Yanardağ ve İsmail Saymaz’dan herhangi bir yanıt gelmedi.
Peker ne dedi, Soylu ne demedi tartışmaları arasında Türkan Elçi, gözler ve kameralar önünde işlenen Tahir Elçi cinayetini hatırlattı, Cumartesi Anneleri de 26 yıldır her cumartesi günü akıbetlerini sordukları kayıpları…
Bu arada belirtmeden geçmemek gerekir; Hablemitoğlu cinayetine “FETÖ işi” denilmesi devletin, siyasi iktidarın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.
90’lı yılların “faili meçhul” cinayetlerini, katliamlarını, devlet ya da “derin devlet” izleri taşıyan provokasyonlarını hatırlattığımızda, başka bir bağlamda “devlette süreklilik esastır” klişesini sakız gibi çiğneyenler hemen “Onlar eski Türkiye’de oldu, sen yeni Türkiye’ye bak” yazılı kalkanlarını kaldırıyorlar havaya. Soylu’nun söylediği de bu zaten.
Peki, bakalım o hâlde.
—21 Kasım 2004 yılında Mardin’in Kızıltepe ilçesinde Ahmet Kaymaz adlı bir yurttaş ile 12 yaşındaki oğlu Uğur Kaymaz, evlerinin önünde kurşun yağmuruna tutularak öldürüldü. Olay medyaya “çıkan çatışmada 2 terörist ölü ele geçirildi” şeklinde yansıtıldı. Ancak Kürtlerin ve kamuoyunun tepkileri sonucunda olayın “infaz” olduğu ortaya çıktı. Dört polis hakkında kamu davası açıldı ve güvenlik gerekçesiyle Eskişehir’de görülen dava sonucunda sanıklar beraat etti, cinayet “ortada” kaldı…
—9 Kasım 2005’de Şemdinli’de Umut Kitabevi bombalandı, bir kişi hayatını kaybetti. Bu, aynı yıl içerisinde Şemdinli, Yüksekova, Silopi hattında meydana gelen çok sayıda bombalama olaylarının sonuncusu oldu. Çünkü halk bu sefer bombacıları kaçmaya çalıştıkları “beyaz Reno” içerisinde yakaladı ve otomobildeki suç aletlerini, suç delillerini güvenlik güçlerine teslim etti. O zaman çalıştığım Ülkede Özgür Gündem gazetesinde belgeleriyle birlikte olayın “derin” içyüzünü ifşa eden yayınlar yaptık ve karşılığında gazete basıldı. Belge, kanıt, tanık, her şey vardı ama sonuçta varlığı hâlâ kabul edilmeyen bölge halkının çok iyi bildiği suç üstü yakalanan bu JİTEM çetesi 2017’de tahliye edildi, ne adalet tecelli etti ve ne de çete hiyerarşisi çözüldü… (Dönemin Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın muradının da hukuk ve adalet değil “abilerinin siparişlerine göre” hareket etmek olduğu, 15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonra itirafçı olunca ortaya çıktı. Mevzunun bu boyutu da bir başka “çukur.”)
—28 Eylül 2009’da Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Şenlik köyünde 12 yaşındaki Ceylan Önkol minik vücuduna isabet eden havan mermisi sonucu paramparça olarak hayatını kaybetti. Olay yeri keşfi bile yapılmayan “soruşturma” sonucunda hiç değilse havan mermisinin ordu menşeili olduğu kayıtlara girdi. Ancak sonuçta savcılık delil yetersizliğinden “kovuşturmaya yer olmadığına” hükmetti. Kararın gerekçesinde “bölgede çok sayıda terör olayı meydana gelmektedir” türü ifadelere yer verilerek adeta “Ceylan da orada yaşamasaydı” denildi…
—28 Aralık 2011 akşamı Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Irak sınırına sıfır kilometredeki Roboski köylüleri “kaçak” için gittikleri Irak’tan bölgedeki karakolun bilgisi dahilinde köylerine dönerken TSK’ya bağlı bir F-16 filosu tarafından bombalandılar. Çoğu çocuk yaşta 34 kişi parçalanarak hayatını kaybetti. Katliamın sorumluları yargı önüne çıkarılmadı, hesap vermedi, kayda değer bir soruşturma yürütülmedi ve ölenlerin “yanlışlıkla” öldükleri söylendi.
—28 Haziran 2013’te Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Kayacık (Hêzan) köyünde, köye inşa edilen “kalekol”u protesto etmek isteyen köylülerin üzerine ateş açıldı. Çok sayıda köylü yaralandı, Medeni Yıldırım isimli 19 yaşındaki genç hayatını kaybetti. Olayla ilgili etkin bir soruşturma yürütülmedi. Karakolda görevli bir er hakkında tutuksuz yargılandığı bir dava açıldı. O da beraat etti. Savunma avukatlarının çabası sonucunda 2019 yılında dava tekrar görülmeye başladı. Ancak tutuksuz yargılanan erin komutanları davada hala “sanık” bile değil…
—Hrant Dink’in katledilmesi, Rahip Santoro cinayeti, Zirve Yayınevi katliamı hangi devlet içerisindeki “derin” güçlerin planları, senaryoları “gereği” yaşandı, katilleri harekete geçiren “güç” kimdi, kimlerdi, neyin peşindeydiler; açığa çıkarılmadı…