Batı” okur yazarlarımızın 19. Yüzyıldan itibaren en büyük ve parlak putu idi. Elbette ilmi, edebiyatı, sanatı, fikri, felsefesi de göz kamaştırıcı idi, fakat asıl teknolojisi muazzamdı. Tabiî batının hayat tarzı, idare şekli, dünyaya bakışı, hatta ahlakı ve onun arkaplanındaki dini… örnek alınacak şeylerdi. Zaten, ilmini hemen edinmek mümkün değildi. Edebiyatını, sanatını taklitle yüksek bir seviyeye varılamazdı. Fikir, felsefe de ilim gibi zaman isterdi. O zaman ne oldu? Hayat tarzı, kılık kıyafeti, idaresi, ahlakı, hatta dini örnek alındı. Güç yettiğince de teknoloji ithal edildi.
İki büyük edebiyatçımız batı hayranlığına ve taklitçiliğine güçlü şekilde karşı koydu. Ölçü şuydu: Kendimiz kalarak modernleşmek, Müslüman kalarak zamanı yaşamak. Mehmet Âkif bunu teori, akide üzerinden; Yahya Kemal medeniyet ve kültür üzerinden dile getirdi. Fikir cephesinde ise topluma onlar kadar mal olmayan gösterişsiz ve nümayişsiz bir düşünür vardı: Nureddin Topçu. Topçu, Cumhuriyet döneminin ilk fikrî muhalefet dergisi Hareket’in 1. Sayısında batının pozitivizmi dünyayı sömürmek için araç olarak kullandığını, kendi dışındaki dünyayı küçümsediği için yeni ve insani bir Rönesans yapamayacağını yazdı.
Türkiye batı tabusunu 1970’lerde sorgulayabildi.
Bugüne gelirsek, Batı 19. Yüzyıldan itibaren alıştığı konforu, hayat standardını sürdürmek için değer olarak ilan ettiklerini çiğnemeye devam ediyor. Konforu sürdürmenin önümüzdeki yıllarda daha da zorlaşacağı görülebiliyor. Bu hırçınlık, bu saldırganlık boşuna değil!
Batının ezeli düşmanı İslâm’dır. Biraz kazınınca zihinlerinin haçlı altyapısı ortaya çıkar. Avrupa hiçbir zaman islâmla birlikte yaşamayı göze alamadı. Yüzyıllarca batılı devletlerin Müslüman vatanda;ları olmadı. İspanya’yı dinî ve etnik soykırımla temizlediler. Ancak Komünist-Kapitalist çatışması Müslümanlara sınırlı bir alan açtı. Bugün Avrupa ülkelerinde alt sınıf olarak Müslümanlar var. Çünkü sömürgecilik sonrası böyle bir alt sınıfa ihtiyaç duyuluyor.
Fakat zaman geçtikçe bu alt sınıf yerleşik hale geliyor, ekonomik ve sosyal olarak görünürleşiyor. Avrupa nüfusu duraklar ve gerilerken hem çevredeki Müslüman nüfus hem de Avrupa’daki Müslüman nüfus artıyor. İşte islâmofobi için sağlam bir zemin! Bu zemini besleyen ise Avrupa’daki devlet siyaseti.
Son on yıl içinde Akdeniz’in batısında Fransa’nın nüfusu 1 artarken, hemen karşı kıyılardaki Mağrib ülkelerinin nüfusu 4 artıyor! Artış böyle sürerse, eski Fransız sömürgelerinden göç devam edecek. Eğer göç engellenirse, bu keskin bir Fransa düşmanlığına yol açacak.
20. yüzyıl ortalarına kadar bu ülkeler Fransız sömürgesi idi (En kısası Fas yarım asır). Bu ülkelerde Fransız kültürü yaygın. Fransızca bazı zamanlar Arapçanın önüne geçiyor. Bu sebeple ülkeye intibakları daha kolay. Bir de artık Fransa’ya yerleşmiş, hatta vatandaşlık almış hatırı sayılır bir Müslüman nüfus var. Bunlar terörize edilerek sürekli en alttakiler kategorisinde tutulabilir mi? Daha doğrusu nereye kadar tutulabilir?
Fransa en çok neyle öğünürdü? Laikliği ile! Hoşgörüsü ile! Bizim aydınlarımızı cezbeden de bu değil miydi? Şimdi neden Fransa kendi yaygın kültürünün dinine ayar vermek yerine Müslümanlığa ayar vermeye kalkışıyor? Bu laikliği nasıl tarif edelim?
Makron, Fransız aklının çaresizliğini temsil ediyor. İç ve dış tek düşman algısı üzerinden Fransa’yı toparlamaya çalışıyor. Bugüne kadar dışa vurulmuş en şiddetli Müslüman düşmanlığı, bir karikatür üzerinden sürdürülüyor ve bu devlet desteğine mazhar oluyor.
Nasıl oluyorsa, ötekinin dini değerlerine kuduzca hakaret “fikir özgürlüğü” olarak savunuluyor.
Büyük putun cilâsı dökülüyor. Zaten önce cila dökülür ve ne kadar yeni cila sürülse tutmaz. Büyük yıkılışın ilk tezahürü budur!