12 Mart 1965 tarihinde Kozlu’da, grev yapan maden işçilerine jandarma tarafından açılan ateş sonucunda iki işçi öldürülmüştü: Satılmış Tepe, Mehmet Çavdar.
Bu olayı protesto eden Fikir Kulüpleri, Ankara-Cemal Gürsel Meydanı’nda bir yürüyüş düzenlemiş, yürüyüşe, hâlâ lise sıralarında sürünmekte olan 19 yaşında çiçeği burnunda bir sosyalist genç olarak ben de katılmıştım. Ölen işçilerin cenazelerinin köylerine götürülürken çekilmiş o eşsiz fotoğraf unutulmazdır.
Bu fotoğraf, John Steinbeck’in Bitmeyen Kavga (çev: Rasih Güran) romanının kapağında da çizim olarak yer almıştı.
BELLEK MÜHÜRLENİR …
O zamanlar bu tür olayların sadece, grev yapan işçiyi görünce, yöneticileri, valileri çileden çıkan bizim gibi ülkelerde cereyan ettiğini sanır, “sosyalist” ülkelerdeki işçilerin ne kadar “mutlu” olduğunu düşünürdük. Hayatın, başından sonuna kadar bir illüzyonlar zinciri olduğunu, o genç aklımızla nereden bilecektik ki…
Örneğin, Kozlu’dan 3 yıl önce, Haziran 1962 yılında, Sovyetler Birliği’nin Rostov Oblast’ındaki (Don Kazaklarının bölgesidir) Novaçerkassk şehrinde, grev yapan işçilerin kurşunlandığını, 29 işçinin öldürüldüğünü, 7 işçinin idama mahkûm edilip infaz edildiğini, bu olaydan 60 yıl sonra, bir film aracılığı ile öğrenmek, belleğin mühürlendiğinin acı bir örneği değil midir? O katliamdan, zamanımıza kalan tek bir fotoğraf bile yok (bugünkü Rusya istihbarat teşkilatı SRF’nin gizli arşivlerinde muhtemelen vardır); rejim, mutlak gizlilik kararı almıştır.
KATLİAMIN FİLMİ
Katliamı, bir arkadaşımın gönderdiği “Dorogie Tovarishchi” (Sevgili Yoldaşlar) adlı filmle öğrenmiş oldum. Film eleştirmeni olmadığım için filmi sanatsal ya da görsel açıdan ele alacak değilim, keza filmin dramatik yapısına ve kişilerine de girmeyeceğim. Sadece, 1960’larda çevrilmiş bir Rus filmi gibi siyah-beyaz olduğunu belirtmekle yetineyim.
Oysa filmin çekimi, 2020 gibi çok yakın bir tarih. Yönetmeni Andrey Konçalovski. 1937 doğumlu Konçalovski, 1942 yılındaki yeni Sovyet ulusal marşının yazarı Sergey Mikhalkov’un (1913-2009) oğlu ve ünlü “Güneş Yanığı” (1993) adlı harika filmin yönetmeni Nikita Mikhalkov’un (d. 1945) ağabeyi. Konçalovski, annesinin soyadını benimsemeyi tercih etmiş. Filmin başrol oyuncusu Yuliya Vitovskaya (d. 1973) ise (filmde Lydmila) yönetmenin eşi.
Bu kısa biyografik notlardan sonra, Novaçerkassk katliamını konu alan filme ilişkin birkaç şey söyleyebilirim.
“YUMUŞAMA”
Tarih, Haziran 1962. Kruşçev 9 yıldır SBKP’nin başındadır. Stalin sonrası, rejimin yumuşatılmasının temsilcisidir. Aslında, son derece paradoksaldır ki, bu yumuşama, kitlelere cesaret verdiği ölçüde kırıcıdır da. Çünkü “artık yeter!” diyen halkı durdurmak için, gösteri ve grevlerin “tehlikeli” olmaya başladığı noktada rejim, silaha başvurmaktan başka çare düşünememektedir.
Kruşçev hükümeti, işçileri çileden çıkaran yeni kararlar almıştır. Süt ürünlerinin ve diğer temel gıda maddelerinin fiyatları % 30 arttırılırken işçilerin ücretleri %30-35 oranında düşürülmüştür. Bunun üzerine işçiler, Stalin zamanında kolay kolay cesaret edemeyecekleri bir yola, greve başvururlar. Bununla da yetinmeyip, fabrika ve hükümet yetkililerinin topluca bulunduğu parti ve hükümet binasına büyük bir yürüyüş düzenlerler. Parti ve hükümet yöneticileri, değişmez alışkanlıkları ve refleksleri nedeniyle büyük bir panik içindedir. Kızıl Ordu komutanlarının da hazır bulunduğu, “gereğinde” işçilere ateş edilmesini de içeren tedbirlerin konuşulduğu acil bir toplantı düzenlenir. Komutan, ayağa kalkarak, işçilere ateş edilmesinin “Sovyetler Birliği anayasasına aykırı olduğunu” beyan eden bir konuşma yapar. Bu da dönemin bir özelliğidir. Stalin devri olsa hiçbir komutan buna kolay kolay cesaret edemezdi. (Filmdeki bir sahneyi de anmadan geçmeyeyim. Ölenlerin arasında kızını arayan Lydmila’ya yardım eden bir KGB görevlisi morga girişte KGB kimliğini gösterir. Asker, “silahını ver” der, o da verir. Stalin döneminde böyle bir şey tasavvur bile edilemezdi. O devirde, bir asker herhangi bir NKVD (o zamanki gizli istihbarat teşkilatının adı) görevlisinin silahını asla isteyemez, tam tersi olurdu.)
AKAN KAN NASIL “TEMİZLENİR”!
Bunun üzerine, artık eski NKVD’nin ad değiştirmiş hali olan, gizli istihbarat teşkilatı KGB devreye girer ve kızıl bayraklarla, Sovyet devletinin kurucusu olan Lenin resimleriyle (zor karşısında işçilerin ve halkın “kurucu babalar”a sığındığına ilişkin dünyada ve Türkiye’de de epeyce örnek vardır), Enternasyonal marşını ve diğer devrimci şarkıları söyleyerek hükümet meydanına yürüyen işçilerin üzerine, gizli noktalara yerleştirilmiş keskin nişancılarıyla ateş açar. Olay yerinde 26 işçi vurularak öldürülür, 3 işçi daha sonra hastanede ölür.
İşçiler yoğun ateşle dağıtıldıktan sonra meydan, acilen getirtilen itfaiye tarafından yıkanarak “kandan arındırılır”. Böylesi bir katliamın Sovyetler Birliği çapında ve ülke dışında duyulması rejim açısından hiç iyi olmayacaktır. “Basın” zaten parti basınıdır. Katliam “basın”da tek kelimeyle yer almadığı gibi, olaya tanık olanlara ya da olay anında gözaltına alınmış işçilere, KGB tarafından “gizlilik sözleşmesi” imzalatılır. Olaydan tek kelimeyle söz eden, bu anlaşmayı çiğnediği gerekçesiyle yargılanacaktır. Nitekim daha sonra yargılamalar da yapılır ve olaya karıştıkları, KGB ajanlarının gizlice çektikleri fotoğraflarla “kanıtlanan” 7 işçi idam edilir. KGB, kurşunlayarak öldürdüğü işçileri Rostov Oblastı’ndaki çeşitli mezarlıklarda, daha önce ölenlerin mezarlarını açıp gizlice gömer.
1988’de, Gorbaçov’un Prestroyka döneminde, olayın tanıklarından Pyotr Suda adlı bir işçi olayın ayrıntılarını yazılı olarak açıklar ve yayınlar. Ancak 1990 yılında, “bilinmeyen kişilerce” öldürülür.
“DOĞU BLOKU’NDAKİ İŞÇİ DİRENİŞLERİ”
Sovyetler Birliği’nde ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde bu ve buna benzer olaylar, hatta çok daha büyük ayaklanmalar ne ilktir ne de son. En önemlilerini sayalım:
Baskıcı rejimin zirvesini oluşturan 1930’ların nefes aldırmaz Stalin diktatörlüğü döneminde bu tür grev ve direnişler çok az olmakla birlikte hiç olmadı da denemez. Örneğin 1932 yılında Ivanova sanayi bölgesindeki Vichuya’da 16.000 tekstil işçisi greve gitmiş ve zor yoluyla bastırılmıştır.
Jan Valtin, Karanlığın Ötesinde (Çev. G. Zileli, Kibele, 2009), bir GPU’lunun (NKVD’nin önceli) ağzından, 1930’ların başlarında, Murmansk limanının inşasında çalışan işçilerden 400’ünün “pasif direniş” yaptıkları için tutuklandığını ve “elebaşlarının” kurşuna dizildiğini aktarır (s. 325).
Grev ve direnişler, Stalin’in ölümünden hemen sonra, daha Kruşçev, rejimin gevşetildiğini ve Stalin’in suçlarını bile ilan etmeden başlamıştır.
İlk işçi direnişi, Stalin’in ölümünden birkaç ay sonra, 17 Haziran 1953’te Doğu Berlin’de başlamış, inşaat işçilerinin büyük grevi, Sovyet tanklarıyla ezilmiştir. İşçiler 125 kayıp vermiştir.
Sovyetler Birliği’ndeki ilk direniş, Temmuz 1953 tarihinde Vorkuta-Gulag bölgesindeki köle işçilerin ayaklanmasıdır. Grev komitesinin aylar öncesinde yeraltında örgütlendiği anlaşılıyor. Batılı ülkelerin başlarını çevirerek görmezden geldiği bu direniş uzun süreli olmuş, sonunda silah zoruyla bastırılmıştır. Kaynaklar, Vorkuta’daki, açlık, hastalık ve direniş nedeniyle hayatlarını kaybedenlerin sayısının, Nazilerin ünlü Auschwitz kampındaki kayıplardan fazla olduğunu belirtiyor.
Bir diğer büyük işçi grevi, Polonya-Poznan’daki metal işçilerinin grevidir. Kısa sürede, yerel güvenlik birimlerinin silahlarının ele geçirilmesiyle ve hapishanelerin isyancılarca boşaltılmasıyla silahlı ayaklanmaya dönüşen Poznan işçi direnişi, yine Sovyet tanklarıyla ezilmiştir. Bu ayaklanmada 100 işçinin öldürüldüğü belirtiliyor.
1956 yılındaki, işçilerden ve halktan çok sayıda insanın öldürüldüğü ve idam edildiği büyük Macaristan ayaklanması, elbette başlı başına ele alınması gereken büyük bir devrimdir. Sovyet tanklarıyla ezilen Prag 1968 direnişi ve 14 Aralık 1970 Polonya-Gdansk grevi ve 1980’lerde ünlü Solidarnoş sendikasının doğuşu da keza ayrıca ele alınmalıdır.“
BÜYÜK İLLÜZYON”UN ÇEKTİĞİ PERDE
Bütün bunları öğrendikten sonra insan hiçbir şeye yanmıyor da, o genç yaşında “sosyalizm” ya da “işçi sınıfı” adına Sovyetler Birliği’ne ve Doğu bloku ülkelerine, daha sonra da bunlara alternatif olarak düşündüğü Çin Halk Cumhuriyeti’ne hayranlık duymasına yol açan o büyük illüzyona nasıl olup da inandığına, kulaklarına ulaşanları ise “burjuvazinin yalanları” diyerek reddettiğine yanıyor.
En çok da, “işçi sınıfı iktidarı”nın kurşunladığı gerçek işçilere, sevgili yoldaşlarımıza.
Kaynak: farklı bakış