Tarih: 11.02.2022 15:20

“Buraya içimi dökmeye geldim...”

Facebook Twitter Linked-in

I-

Teknolojik gelişmeler zaman ve mekân idrakini değiştirir. Dolayısıyla insan davranışlarını da değiştirip başkalaştırır.

Hayatımıza dahil olan teknoloji ve dolayısıyla teknolojik aletler, hayatı bir daha eskisi gibi olmayacak şekilde değiştirirken diğer taraftan eski davranışların sürmesine de imkan tanır. Bu imkanı “karşılaşma mekanları, karşılaşma zamanları” üzerinden anlatmayı deneyelim ve tarım toplumu davranışları ile dijital toplum davranışını “iç dökme” üzerinden bütünlemeye çalışalım.

Köylerde kadınlar uzun yaz günlerinde kırlarda iyice yorulduktan sonra evlerine döndüklerinde bu defa da kendilerine “el içine karışmalarına” imkan tanıyacak yeni bir iş bulurlar. Çünkü kadınların “aylak” durması, tarım toplumunda en çok göze batan şeylerdendir. Mesela yeni gelin, sırtına bebeğini sarınıp eline kirmanını alarak kapı önüne çıkar. Bir taraftan bebeğini uyutmak için ritmik adımlarla bir sağa bir sola gidip gelirken diğer taraftan da yününü eğirir. Güz gelmeden “ıstarlık ipler”, köy köy dolaşıp ipleri boyayan boyacı için hazır edilecektir. (Geçerken söylemiş olayım çocukluğumda ben dahi boyacı ile karşılaştım. Kadınlar boyacıya hangi tonda al, yeşil, sarı istediklerini iplerine bağladıkları o tonu gösteren kumaş parçası ile aşikar ediyordu.) Kirman eğiren kadını gören bir komşu muhakkak olur ve akşam ezanına kadar ayaküstü birbirlerine köyün içinden ya da kırlardan havadis aktarırlar.

Kadınlar, akşam ezanı ile yatsı arası vakitte de yine böyle bir fırsat bulurlar, bir tepsinin içine yığılmış bulaşıkları çeşme başında yıkamaya giderler. Orada aynı işi yapan başka kadınlarla karşılaştıklarında konuşa konuşa işlerini bitirirler. Sohbetin gücü, işin yükünü hafifletmeye vesile olmuştur.

Kış gelince evlere halı-kilim tezgâhları kurulur. Sabahtan akşama kadar diz dize oturan kadınlar, kâh dedikodu yaparak kâh türkü söyleyip bilmece sorarak yaptıkları işe eğlence katarak, ilmek atmaya devam eder.

Herkes herkesle halı-kilim dokuyamaz. Öncelikle yan yana oturan o üç kişinin hem iç alemleri, hem ellerinin hızı, hem de zamanında tezgâhın başında olması mühimdir.

Haftada bir hamur yoğrulup fırına “ekmek etmeye” gidilir. Fırında kadınlar fırıncının mutlak otoritesi altında adeta pişirdikleri ekmekler gibi hizaya dizilir. Fırıncı hastalanıp da “fırın tutamadığı” zaman kıymeti derinden anlaşıldığından ya da o yıl “fırın tutacak” biri çıkmadığında başka mahalleye ekmek pişirmeye gitmenin zorluğu daha öncesinden tecrübe edilmiş olduğundan, o daracık mekanda kadınlar fırıncının buyruklarını yerine getirirler. Getirmezlerse fırının içindeki düzen şaşar. Fırıncı kadının koyduğu düzen, hamur teknelerine ve fırına girecek bezelere dairdir. Taşkınlık yapılmadığı sürece kadınların kendi aralarındaki sohbete karışmaz ta ki uğultunun şiddeti artıncaya kadar. Fırındaki o sohbet faslı, şimdilerde filmlerde gördüğümüz halka şeklinde düzenlenmiş terapi seansları gibidir.

Tarım toplumunda insanların kimliği, “lafı sözü dinlenir”, mahareti “yıkadığı giyilir, pişirdiği yenir” ifadesi/kanaati ile ölçülür. Anlatanların anlattığını hizaya dizecek, buyruğu dinlenecek bir kadın muhakkak bulunur. Kadınlar arası buyruk, her zaman otoriter bir havada cereyan etmez. Bazen “deli deli konuşan” ama esasında herkesi kendisiyle şöyle bir karşılaştıran kadınların tecrübeleri de girer devreye.

Yukarıdaki tasvirler, bendenizin 1980’lere kadar yaz tatillerinde köyde tanık olduğum hayat sayfaları.

1980’lerde, köylerdeki haneler de musluklardan akan suya kavuştu. Bendenizin çocukluk anısı olarak muhafaza ettiğim çeşme başı sohbetleri, İstanbul’un kenar mahallelerinde romanların satırları arasında muhafazaya alınmış hali ile bizi beklemeye devam ediyor. Mesela Halide Edip Adıvar’ın 1936 yılında yayımladığı, 1908 öncesinin atmosferinin inşa edildiği Sinekli Bakkal romanı, Sultanahmet semtinin Sinekli Bakkal Mahallesi’ndeki çeşme tasviri ile açılır:

“...Mahalleli orada muhabbet eder, konuşur, kavga eder, eğlenir. Hayatın orada geçmeyecek bir safhası yok gibidir. İhtiyarlar vaktiyle çeşme başında doğuran bir kadın bile olduğunu gülerek rivayet ederler.”

Sinekli Bakkal Mahallesi’nin kadınları çeşme başında, erkekleri kahvehanede sözü söze eklerken aynı dönemde Nişantaşı kadınları ruh ikizini aramakta ve arayışını doktor mihmandarlığında sürdürmeye çalışmaktadır. Nişantaşılı kadınların “yalnızlığı”nı, yazar, Rabia’nın iki doktorundan biri olan dahiliye mütehassısı Dr. Kasım üzerinden uzun uzun anlatır. Hastaların dimağını tedavi etmek fikri ve “psiko-analiz” doktorları Avrupa’da bile yaygın değilken Dr. Kasım bu tarzı Nişantaşı’nda uygulamaya koyar: “...Refah içinde olan memur sınıfı sosyetesi, içtimai bir değişiklik iptidasında idi. Kadın erkek karışık bir hayat nispeten yeni olduğu için hayli tehlikeli devrindeydi. Ailelerde yepyeni meseleler, buhranlar meydana çıkıyor, eskiden bahsedilmeyen, gizli olan şeyler meydana dökülüyordu. Ne kadar genç kadın, kocasının kendisini anlamadığını, mektep arkadaşının, yahut komşusunun kocasının “ruh eşi” olduğunu birdenbire keşfedivermişti. Bunun gibi, buna benzer, ekserisi cins meselelerine temas eden dertlerini kadınlar, bu vakur ve hastalarıyla kur yapmayan genç doktora dökmekten büyük bir ferahlık duyuyorlardı.” (Sinekli Bakkal, s.448-449)

II-

Doğal karşılaşma mekanları, sohbetin kendiliğinden ortaya çıktığı yerlerdir. Doğal karşılaşma mekanları yitirildikçe kişiler sohbetin eksikliğini derin bir melankoli olarak yaşar. Gündelik hayatın keskin değişiminin yol açtığı bir melankolidir bu.

Günümüz insanının “doğal karşılaşma ortamı” ihtiyacını, sanal alemde beyhude aramasını örneklendirmek istiyorum müsaadenizle.

Zaman zaman tvitter hesabıma yeni takipçiler katılınca onların profillerine girip bakıyorum. Kimdir, nereden gelir, nereye gider?

Bazıları hep başkalarının “mühim” tivitlerini rt edip durur. Bazıları sadece kendi duygularından bahseder. Sadece kendinden bahseden bazı hesaplar “fenomen” olma yolunda ilerlerken bazıları bir elin parmağını geçmeyecek takipçisi ile hasbihal eder. Ne hikmet ise bu bir elin parmağını geçmeyecek takipçiler, “içini döken” tivitin sahibine hiç tepki vermez, bir ses etmez. Sayfalarca okurum bazen “bu yalnız kalb”in iç dökümünü. Sonra dua ederim. Ettiğim duanın kabul olduğunu ümit ederek şimdi içi biraz ferahlamış mıdır diye düşünürüm. Sonra zihnimden hızlıca bir hikâye yazarım: Ferahlamıştır. “İçini dökmek” ona iyi gelmiştir.

Hikâyeyi zihnimden yazarken kendime rastlarım. Belki o bir elin parmağını geçmeyen takipçiler de tıpkı senin gibi yapıyor. Aşk ile dua ediyor arkadaşı için. Belki yakın oturuyorlardır ve kırgın tiviti görünce “Çay demledim, gel beraber içelim” diye bir mesaj yazıyordur. Belki de sadece bir çay bardağı fotoğrafı gönderiyordur, bir şarkı eşliğinde.

Bazen tersi olur. Hesabın sahibi henüz gelmiştir “buraya”. Şöyle der: “Burada yeniyim, içimi dökmeye geldim.” Niyeti bir bakıp çıkmaktır. Öyle yazmıştır biosuna. Bir deneyecektir. Kimselere anlatamadığı derdini anlatıp çıkacaktır. Çıkamaz. Anlattıklarına ses geldikçe kalır orada. O kadar kalır ki neredeyse saat başı attığı tivitlerle gündelik hayatını nasıl sürdürdüğünü anlamakta zorlanırsınız.

Bir kaç gün önce bir sosyal medya hesabında etkileyici bir “iç dökümü” ile karşılaştım. Duygularını zincir şeklinde dile getirmiş, kuyulara anlatılacak o derdi, onca yıl türlü fedakarlıklarla sürdüğü evliliğinden, kocasının ihanetiyle elinde hiçbir şey kalmayışını “buraya” anlatmış. İlk attığı tivitin belki de bu kadar “yürüyeceğini” tahmin etmiyordu. Binlerce kişi tarafından okunmuş. Yüzlerce kişi tarafından altına yorum yazılmış. Yorumlara ve yorumlara verilen cevaplara bakınca depresyon ile melankoli arasındaki farkı yeniden düşündüm.

Wilhelm Schmid Mutsuz Olmak kitabında şöyle diyor: “Melankoli sohbet ile sağaltılır. Depresyonda profesyonel yardıma ihtiyaç vardır. Melankolide müzik iyi gelir. Depresyon hastası yemek yiyecek enerjiyi bile bulamaz.”

Kesintisiz bir yalnızlığın içinde insanlar derdini anlatmak istiyor. Ama o anlatılan derdi dinleyecek kulağa, doğal karşılaşma zamanlarında ve mekanlarında rastlamak pek mümkün değil artık. Velhasıl pek çoğumuz Nükhet Duru’nun seslendirdiği “Beni sarar melankoli” bahsindeyiz, ama kendimizi depresyonda zannediyoruz.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —