12 Eylül askeri darbesinden bu yana 40 yıl geçti.
O gün doğan çocuklar bu darbeyi görmeden, sokağını, baskısını doğrudan hissetmeden onun gölgesi altında büyüdüler.
Darbeden 20 yıl sonra doğanların durumu da çok farklı değil.
Bu askeri darbenin bilançosu çok ağırdır.
12 Eylül, işkenceleriyle, idamlarıyla, kayıplarıyla, tasfiyeleriyle, ağır insanlık suçları işlemiş bir rejimdi. 18 yaşını bitirmemiş çocukların asıldığı, hapishanelerde insanlara dışkı yedirildiği, “besleyecek değiliz ya, asarız” sözünün şiar olduğu bir rejim...
O askeri darbeyi yapan generalin, daha sonra 7 yıl Cumhurbaşkanlığı yaptığını gördük, “tonton dede” olarak anıldığını gördük.
O gün bugündür Türkiye’de ne toplum, ne siyaset, ne basın, ne yargı 12 Eylül rejimiyle yüzleşebildi Darbeyi yapan generallerden hayatta kalanlar sadece anayasal düzeni yıkmaktan yargılandılar. İnsanlığa karşı işlenen suçların üzerine sünger çekildi. Türkiye, Arjantin, Şili gibi bile olmadı.
40 yıl sonra, bu satırları yazıyor olmak hazindir.
Madalyonun diğer yüzü de var. Girişte söyledik, darbenin sonuçlarını da uzun yıllar solumaya devam ettik 12 Eylül’ü. Darbe sadece o anı vurmadı, ülkenin geleceğini de ipotek altına aldı. Korkunç bir anayasal düzen öngördü. Siyasi Partiler Yasası’ndan Sendikalar Yasası’na ülkenin 11 ciltlik mevzuatını elden geçirdi, hak ve özgürlükleri, güvenlik karşısında istisna haline getirdi, kurumsal özerlik fikrini yok etti.
Üzerinden 40 yıl geçmesine, 1987’den 2017’ye kadar 19 değişiklik görmesine rağmen hala arınamadık 12 Eylül anayasasından ve ideolojisinden. Bu değişiklerin (HSYK düzenleyen madde hariç 25 maddeyle) en önemlilerini getiren 2010 referandumunun bugün yerden yere vuruluyor olması, o referandumda “evet” diyenlerin “simgesel sanık” sandalyesine oturtulması demokrasi kültürümüz bakımından son derece manidardır. Neden zor ve az değiştiğimize işaret eden bir zihniyet göstergesidir.
Hakim siyaset anlayışı da bunu besler.
12 Eylül milli güvenlik ideolojisinin en kritik düzenlemelerinden biri, 1983’te çıkarılan 2945 sayılı Millî Güvenlik Kurulu Kanunu’ydu, örneğin. Kanunun 2. maddesi, millî güvenliği, ‘Devletin anayasal düzeninin, millî varlığının, bütünlüğünün, siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik dâhil bütün menfaatlerinin ve ahdi hukukunun her türlü dış ve iç tehditlere karşı korunması ve kollanması’ şeklinde tanımlardı.
Ve bu kanun 2018’e tadar yürürlükte kalmıştır.
Yasa tasarısının genel gerekçesi de şöyleydi üstelik.
“12 Eylül 1980 öncesi devlete müteveccih iç tehditlerin ulaştığı boyutlar ve tehditler karşısında Millî Güvenlik Kurulu’nun tetkik, araştırma ve incelemeleri sonucu tespit ettiği ve büyük çoğunlukla 12 Eylül’den sonra uygulanan tedbirlerin, zamanın yürütme, yasama ve yargı organlarınca yerine getirilmemesi veya istenen şekil veya düzeyde uygulamaya konmaması sonucunda hasıl olan durumlarla tekrar karşılaşmayı önlemek için anayasanın öngördüğü esaslar çerçevesinde Kurulun ve Genel Sekreterliğin görev, yetki ve çalışma usulleri yeni tasarıda yer almış bulunmaktadır...’
2016 darbe girişimi belki kanunun kalkmasını sağlamış, ancak asayişçi bir mantığı iyice dayatarak 12 Eylül siyasetini kendi bakımından sürdürmüştür.
Bunun en önemli kanıtı, yasama ve yargı fiilen yürütmeye bağlayan son anayasal değişiklikler ve başkanlık sistemidir.
Bir diğer kanıtı, keyfi tutuklamalar, adi süreçlerdir...
Süreklilik açıktır.