Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

“Bugün Irak’ta yaşanan sorunların temelinde İran’ın Irak üzerinde kurduğu hegemonya var”

Serbestiyet’ten Mustafa Ali Aykol, 2007-2009 yılları arasında Irak Özel Temsilciliği ve 2009-2011 yılları arasında Irak Büyükelçiliği yapan Murat Özçelik ile Irak’ın var olan durumunu konuştu.

“Bugün Irak’ta yaşanan sorunların temelinde İran’ın Irak üzerinde kurduğu hegemonya var”

Siz Irak’ta uzun yıllar görev yapmış bir diplomatsınız. Irak’ı iyi biliyorsunuz. İlk olarak Irak bugünlere nasıl geldi sorusu ile başlayabilir miyiz…   

Herkes olayın nasıl başladığını biliyor. Ama bir daha hatırlatalım dilerseniz. Amerika’daki o yeni muhafazakârlar bu bölgede Saddam’ın sürekli İsrail’i tehdit etmesini de göz önünde tutarak, Saddam’ın nükleer silah barındırdığını öne sürerek ABD’nin Irak’ı işgal etmesini sağladılar.

ABD işgal ettiği zaman Irak’ı, bu neo-conlar (yeni muhafazakârlar) Irak’taki, kurtardıklarını düşündükleri Şiilerin onları ellerinde çiçekler ile karşılayacaklarını ve onlarla daha iyi bir yönetim kuracaklarını düşünüyorlardı. Her ne kadar Sünniler bazen kabul etmeseler de şu anda Irak’ın demografisine baktığımızda yaklaşık yüzde 65 civarında Şii, yüzde 35 civarında da Sünni olduğu söyleniyor. Burada olayın mezhep savaşlarına kadar giden kısmını, konunun çok uzamaması için çok anlatmamak lazım ama bir konuyu okurun bilgisine sunmak lazım.

Şiiler Saddam dönemini şu andaki Sadr’ın babası da dahil olmak üzere sürgünde geçirdiler. İran’a geçerek yaptılar bu işi. Çünkü onlar Şii’ydi ve Saddam’ın baskısından kurtulmak istiyorlardı. Fakat Şii dünyasında yine bugüne gelişimizi iyi anlamak bakımından iki tane havza vardır. Havza denir, bunu ekol olarak da algılayabiliriz belli ölçülerde. Bir tanesi Kum Havzası’dır, İran’daki Kum şehrinin bulunduğu havzadan dolayı. Diğeri de Kerbela’nın bulunduğu bölgedir Irak’taki. Bunların arasındaki en büyük farklılık ise şudur: İran’daki, Kum Havzası’ndaki ayetullahlar Velayet-i Fakıh’ı ve bu çerçevede de Ayetullah Hamaney’i dini lider olarak kabul ederler. Ayetullahlar, Mehdi’nin gelişinden önce insanlara yol gösterecek din adamları olarak tasvip görür. Yani o mehdi gelene kadar insanlar sözlerine inandıkları sürece belli bir Ayetullah’ın peşinden giderler.
Şu anda Irak’taki en büyük ayetullah Sistani’dir. İran’daki Hamaney’i biliyoruz. Şimdi Mukteda Sadr’ın babasının talebesi olan Muhammed Bakr el Sadr’ın talebesi olan ayetullah Hairi netice itibariyle Irak’taki Mukteda Sadr’ın ayetullahıdır. Hairi Kum’da yani İran’da yaşamasına rağmen Velayet-i Fakıh’ı kabul etmiyor. Çünkü kabul ettiğiniz zaman mollaların yalnız dini alana değil sosyal ve siyasal alana da müdahalesini kabul etmeniz gerekir. Yani İran’daki Kum Havzası’yla şu anda Irak’taki havza arasındaki en büyük farklılık Sistani’nin hiçbir suretle Velayet-i Fakıh’ı kabul etmemesi yani din adamlarının siyasete girmesini istememesidir. Bu çok önemli bir farktır.

Amerika’nın Irak’ı işgaliyle birlikte, onların beklediği gibi onlara çiçek atacak Şiiler yerine, sürgün dönemini İran’da geçirmiş, dolayısıyla İran’ın sözünden çıkamayacak çok sayıda Şii siyasetçi ve din adamı Irak’a geri döndü. Sonuçta İran’ın da büyük katkısıyla yönetimi Şiiler ellerine aldı. Şimdi şunu iyi bilmemiz lazım; İran, Irak’a neredeyse her bir damarına girecek kadar nüfuz etmiştir. Bu da istihbarat servislerinden bakanlıklara, mecliste çoğunluktan diğer aklınıza gelecek kurumlara kadar hep belli yerlerde İran’ın dediğini yapacak insanların bulunduğu anlamına gelir. Bu çok net bir şekilde görülmektedir de.

Dolayısıyla İran, ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Sünnilerin ve Baas’ın ortadan kalkmasıyla birlikte Irak’ta büyük bir boşluk bulmuş ve o boşluğu çok ciddi bir biçimde doldurmuştur. Dolayısıyla Irak’taki savaşın kazananının İran olduğu çeşitli şekillerde zaten söylenmişti. Şimdi burada bir önemli nokta daha var; Irak’taki Şiiler Arap Şiileridir ve geri gelenlerin de tabii büyük çoğunluğu onlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla onlarda Fars Şiiliğine karşı Arap kimliğini, kendi kimliğini koruma özelliği bulunur. Bunun da ötesinde İran’ın bu kadar çok Irak’ın her işine müdahale etmesine karşı Irak’ta çok ciddi bir muhalefet de söz konusudur. İşte bu muhalefetin, yani ulusalcı muhalefetin başında Mukteda Sadr vardır. Bu hareketin başı olarak Mukteda Sadr’ın halk indinde ne kadar beğenildiği, sevildiği 60 dakika içerisinde kendi taraftarlarını evinin etrafına çekebilmesinde bir kez daha görüldü.

Bu tür bir güce sahip olmasının nedeni ise şu: Öyle bir sistem kurmuştur ki, bir defa Şiilikte devletten para almazsınız. Alamazsınız yani. Haramdır. Dolayısıyla bu paraları siz kendi takipçilerinizden toplarsınız. Bu sayede Sadr, topladığı paralarla sadece Şii din adamlarının ihtiyaçlarını değil aynı zamanda fukara halkın ihtiyaçlarını da karşılayabilmiş, temiz bir siyaset yürütebilmiştir. Burada yanlış hatırlamıyorsam Humus denilen bir sistemleri var. Bir para girer Sadr’ın kasasına ama bu giren para halkın ihtiyaçları da dahil olmak üzere dağıtılır. Hatta Kerbela’da 24 saat halka yemek dağıtmak üzere bir ocak kaynar. Orada insanlara bedava yemek verilir.

İran’ın Irak’ta ne kadar etkin olduğunu size söylemiştim. Mevcut duruma gelinmesinin nedenlerinin başında ise şu geliyor; siyaseten bakanlıklarda, mecliste şurada burada başta olan Şii ise onun bir yardımcısı Sünni, bir yardımcısı Kürt olacak diye belli bir kota sistemi devreye girmiş. Bunu yapan da uygulatan da, aslında yine İran’dır. Ve bunun daim kılınmasını arzulayanlardan bir tanesi de Kürtlerdir tabii.

Çünkü Kürtler malum Saddam’dan Şiiler gibi en fazla çeken gruptur. Dolayısıyla Amerika’nın Irak’ı işgaliyle birlikte elde ettikleri hakları ve bu kurumlardaki haklarını korumak bakımından onlar da bu sistemi benimsemişlerdir. Ama, 2010 seçimlerinde gördüğümüz çok büyük bir yanlışlık bizi Irak’ta bugünlere getirdi. 2010 seçiminde bir koalisyon kuruldu. Halk mollaların din kisvesi adı altında halkı sömürdüğünü, hiçbir hizmet yapmadığını ve kendi ceplerini doldurduğunu gördüğünden dolayı bir koalisyona oy verdi. Bu koalisyonun adı El Irakiye idi ve başında da seküler bir Şii olarak İyad Allavi vardı. Bu koalisyonda diğer Şii gruplardan bir kısmı ve Sünniler yer alıyordu. Bu ağırlıklı olarak seküler koalisyon seçimleri bir ya da iki sandıkla kazanınca İran’ın hiç beklemediği bir sonuç ortaya çıktı. Çünkü İyad Allavi veyahut altındaki Sünni gruplar öyle İran’ın doğrudan dediğini yapacak nitelikte insanlar değildi. Onlar daha ziyade Irak’ın kendi ihtiyaçlarına göre iş yapmayı yeğleyen insanlardan oluşacaktı. Yani ne ölçüde başarılı olur olmaz kısmı ayrı bir konuydu ama demokratik bir seçim sonucunda da kazananlar onlardı.
Böyle olmasına rağmen İran kendisine bağlı olan Anayasa Mahkemesi başkanından bir karar çıkarttırdı. Bu kararda denildi ki seçimlerde parlamento içerisindeki hangi blok daha fazla oy almışsa o hükümet olur. İran, Anayasa Mahkemesi’nden demokrasiye hiç uymayan böyle bir karar çıkarttı. Bu karar neticesinde Şiiler çoğunlukta olduğundan seçimlerde ne olursa olsun Şii grupları bir araya koyduğunuzda iktidarı alacakları bir sistem doğmuş oldu. Biz Irak’ın geleceği için demokratik sonuçlara uyulmasını istedik o dönemde ama Amerika da maalesef kendi askerlerini geri çekeceği dönemde İran’dan herhangi bir tepki ve dolayısıyla askerlerine karşı bir müdahale başlamasın diye o dönemde ilk başta bizim de daha ulusalcı zannedip baktığımız fakat İran’ın hakikaten çok yakın adamı olduğu ortaya çıkan Maliki’nin bu Anayasa Mahkemesi kararı doğrultusunda hükümetin başına geçmesi sağlandı.

Hani Türkiye’de Yüksek Seçim Kurulu’nun seçimler devam ederken verdiği imzasız oyların geçerli olması kararı gibi Irak’taki AYM kararı da seçimin sonuçlarını etkiledi. Bu hususun çok ciddiyetle altını çizmek istiyorum. Çünkü 2021’de yapılan seçimlerde yine Sadr’ın kurduğu hareket daha fazla oy almasına rağmen İran’ın adamlarının bulunduğu Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kararla Maliki’nin başında bulunduğu ve de yolsuzlukları ayyuka çıkmış olan insanların eline verilmek istendi iktidar. Üçte iki çoğunluk oluşturulamayınca maalesef hükümet on ay kadar kurulamadı.

Günümüze kadar olan süreci çok güzel özetlediniz. Sizin de bahsettiğiniz gibi Amerika’nın işgalinden bu yana her seçim ve sonrası Irak’ta bir kriz dönemi yaşandı. Peki Sadr’ın siyasetten çekilme ve tüm kurumları kapatma kararı sizce bir sürpriz miydi?  Siz bu kararı nasıl buldunuz? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu kararı beklemiyordum açıkçası. Ama şöyle bir gelişme oldu; biraz önce size Kum Havzası’nda ikamet eden Sadr’ın babasının talebesi olan ayetullah Hairi’den bahsetmiştim. Ona bir profesör, ilahiyat profesörü olarak bakabilirsiniz; bütün talebeleri ve bütün ekolü ve onu takip edenlerle beraber. Şimdi tabii Sadr netice itibariyle Hairi’nin yolundan giden bir insan olarak Velayet-i Fakıh’a karşı çıkıyor ve ulusalcı bir çizgi izliyor Irak’ta. Böyle olunca maalesef İran, Ayetullah Hairi’nin bu işten el çekmesini sağladı. Yani onu buna mecbur bıraktılar.

İran bunu yapınca ona, taklit mercii Hairi olan Mukteda Sadr da tamamen bu olaydan hareketle dedi ki, “Kardeşim, madem Hairi’ye el çektirildi, bu durumda ben siyaseti bırakıyorum. Ve siyasi kurumlardan da çekiliyorum” dedi.

Halk da buna büyük bir karşıtlık göstermiştir, protesto etmiştir ama işin kontrolden çıkacağını anladığında Sadr destekçilerine “Çekilin, dönün yerlerinize” demiştir. Irak’taki mesele kısaca budur.

Bunun bir anlamı da şuydu: Ben bundan sonra siyasete böyle devam etmem. Dini olarak ben eğitimimi tamamlarım. Çünkü Ali Sistani’den sonra yerine kimin geçeceği çok önemli. Çünkü o da bugüne kadar İran’ın adamı olmamıştır. En zor zamanlarda Irak için doğru kararlar vermiştir. İşin ilginç tarafı Sistani İran’dadır.

Türkiye açısından bakacak olduğumuzda da bazı şeyleri söylememiz gerekir. Ben 2007-2009 yıllarında Irak Özel Temsilciliği, 2009-2011 yıllarında da orada büyükelçilik yaptım.  Orada biz yani Türkiye Cumhuriyeti’nin laik büyükelçisi olarak hem Sünniler hem Şiilerle gerçekten çok yakın ilişkiler kurduk. Şunu söyleyeyim ben size; Sadr’ı daha 2008 ya da 2009 yılında Türkiye’ye ilk davet eden bizdik. Ayetullah Sistani ile İran Büyükelçisi’nden sonra orada görüşebilen tek büyükelçi bendim. Bir defa görüştük ama söylemek istediğim şu; oradaki siyasi partiler o dönemde bize hakikaten sadece yumuşak gücü getiren ve demokrasiyi sağlamlaştırmaya çalışan; herhangi bir bomba patladığında, herhangi bir kötülük ortaya çıktığında, terör hadisesi ortaya çıktığında o insanların yaralarını sarmaya çalışan bir konumdaydık. Ayrıca bütün partilere ‘demokrasi nasıl işler’in derslerini veren bir pozisyonumuz, dolayısıyla da çok ciddi bir itibarımız vardı. Ve hatta o zaman bizim şimdiki cumhurbaşkanı, o zaman başbakandı malum, geldiğinde derdi ki ‘Hepimiz Müslümanız.’ Bu büyük saygı görürdü iki taraftan da.

Mesela Şii Bayramı’nı kutladığımızda Türkiye olarak hakikaten Iraklılar çok mutlu olurlardı. Yani bunlar birer gerçektir. Ne zaman bütün bunlar bozuldu? Bütün bunların bozulmasına sebep olan Suriye ile birlikte ve hatta Arap baharıyla birlikte bizim hükümetin Müslüman Kardeşler safında yer alıp onunla birlikte bütün sistemleri Sünnilik üzerine kuracağı bir yola girmesidir. Yani ondan sonraki dönemde zaten Türkiye’nin Orta Doğu’da da başka bir yerde de herhangi bir itibarı kalmadı. Ne itibarı kaldı ne sözü dinlenir oldu. Türkiye zamanında etrafında bir dostluk çemberi kurmak istediğini söyledi. Daha doğrusu komşularla dostluk falan. Ama hiçbir şey olmadı. İşlerin dostluk çemberi yönünde ilerlemesini sağlayan ilk hareketlerden biri 2010 seçimlerinde gerçekten seküler Şiilerle Sünnileri desteklememizdi. İkincisi de Kürt bölgesiyle yani Irak Kürdistan’ıyla Türkiye arasındaki ilişkileri çok iyi bir noktaya taşıyacak bir süreci başlatmamızdı.
Bu konuda alanda ciddi olarak uğraş vermiş bir adam olarak şunu söyleyeyim; şu anda eğer Irak Kürt Bölgesi’ndeki partiler ve oradaki insanların bir nebze Türkiye’ye olumlu bakışının nedeni bu doğru politikaydı. Bütün bu doğru politikanın sonuçlarına rağmen ne oldu da hükümet Kürtlere Suriye’de, Irak’ın belirli bir bölümünde tekrar vurmaya başladı? Şimdi PKK’yı anladık ama hepsi PKK değil. Yani burada nasıl ki önce ‘postal yalayıcı’ dediğimiz Mesut Barzani’ye daha sonra sadece KDP Başkanı değil, bölgenin cumhurbaşkanı, bölgenin başkanı olarak itibar edildiyse; nasıl Talabani hem KYB lideri hem de Irak Cumhurbaşkanı olarak ülkemizde kabul gördüyse benzeri bir sistemi bizim Suriye’de geliştirip o dostluk çemberini Türkiye’nin etrafına doğru uzatmamız mümkün olabilirdi. Halbuki maalesef Türkiye, Arap Baharı ile birlikte  Suriye’de ve başka ülkelerde Müslüman Kardeşler’le bu işi yaparıza kapılarak Arapları desteklemeyi ve Kürtleri kenara koymayı netice itibariyle başardı.

Siz Türkiye olarak “Ben Suriye’de sadece cihatçıları ve Arapları desteklerim. PYD de teröristtir kardeşim. Hepsinin üstüne vururum” diye bir sistemle giderseniz, herkesi PKK’lı olarak görürseniz olmaz. Daha önce aynı olayı biz Kürt bölgesinde de yapabilirdik. KDP’ye o da teröristtir deseydik ne olurdu? Onlarla da savaşıyor olurduk şu anda. Yani burada çok ciddi sorunlar var. Ve bu siyaset de maalesef hükümet değişmeden değişmez. Mevcut iktidarın yapmaya çalışıp da halka izah edemediği, ifade edemediği bir şeyi ben söyleyeyim: Operasyon operasyon diyorlar ya; şu son dönemlerdeki operasyonların bir kısmı daha ziyade içeride yani Irak halkının da artık “Haşdi Şabi gitmeli”  düşüncesinde olduğu gibi, Kasım Süleymani zamanından beri Suriye’ye sokulmuş olan İranlı milislerin yukarıya, yani Afrin civarına çıkmaya çalışmaları neticesinde mesela bizim İranlı milisleri durdurmamız gibi birtakım operasyonların yapılıyor olmasıdır. Yani şimdi orada olan olay Amerika, Rusya, İran ve Türkiye arasında belli bir uzlaşıyla bir yere gidebilecek bir olaydır. Yani şöyle de söyleyeyim ben size; hani bir kısım muhalefet “Esad’la konuşulursa bu iş biter” diyor ya, ben de aynı şekilde düşünüyordum bundan yedi sene önce. Ama şimdi öyle değil maalesef birçok şey değişti.

Yani tabii ki Beşar Esad da bu süreçteki unsurlardan önemli bir tanesidir ama Suriye’nin huzura ermesi hiçbir surette sadece İran’ın ve Rusya’nın desteklediği bir Beşar Esad’a  evet deyip ondan sonra onun dediklerini yapmakla gerçekleşmez. Esad kalkıp şimdi Türkiye’ye, “Benim topraklarımdan çekil” diyor. Sen dersin tabii, altı milyon adamı benim topraklarıma sürdükten sonra. Ama siz de demezsiniz ki, ‘Gayet tabii çekileceğim.’ Yani herhangi bir siyasi çözüm hem Türkiye’deki sığınmacıların kendi rızaları ve kendi iradeleriyle Suriye’ye dönmelerini sağlayacak bir program öngörmeli ve bu program sadece Suriye, Rusya, İran tarafından değil; Batı yani Amerika, Türkiye, Avrupa Birliği ve herkes tarafından desteklenecek bir programla halledilmelidir.

Ve yine hakikaten de demokratik seçim yapılıp bir sonuca varılmalıdır. Yani demek istediğim mademki biz muhalefetteki insanlar baştan böyle bir şey yapılmaması gerektiğini söylememize rağmen Suriye’ye girilip bir sürü yanlış yapıldı; ben bu saatten sonra bir Türkiye diplomatı olarak o yanlışlardan ziyade  bundan sonrasında Türkiye lehine daha iyi nasıl bir sonuç alınabilire bakarım. Ve burada eğer Türkiye’nin çekilmesini istiyorlarsa, herhangi bir siyasi çözümle Türkiye’deki sığınmacıların da Suriye’ye geri dönüşlerini sağlayacak bir sistemin kurulmasını önemli şartlardan birisi olarak ortaya koyarım. 

 

Kaynak: serbestiyet.com



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER