1887 yılında yani Mustafa Kemal 6 yaşındayken babası Ali Rıza Efendi hayatını kaybetti.
Tam ölüm tarihi ve ölüm nedeni kayıtlarda mevcut değil ama mirasının “şeri mahkeme” tarafından tasdik edildiği 13 Nisan 1887’den önce vefat ettiği kesin.
Keresteci Ali Rıza Efendi’nin mirası eşi Zübeyde, oğlu Mustafa ve kızları Makbule ile Naciye arasında bölüştürülmüştü.
Ali Rıza Bey’den kalan miras ailenin o günlerde maddi olarak zor günler geçirdiğini gösteriyor.
Defni için 500 kuruş harcanan Ali Rıza Efendi’den Zübeyde Hanım’a 751 kuruş, oğlu Mustafa’ya mirasın yüzde 44’ü olan 1.929 kuruş ve iki kızına da 964’er kuruş kalmış. Tabii bir de ederi 35.010 kuruş olan bir ev.
Bir de madden daha az değerli ama manen değerli özel eşyaları:
45 kuruş değerinde 6 sof ceket ve bir yelek
20 kuruş değerinde 1 köhne pantol
40 kuruş değerinde 1 palto
20 kuruş değerinde 1 sandık
5 kuruş değerinde Lügat-i Osmani
10 kuruş değerinde Miftah’ul Kulub
Mirastaki son maddede duralım.
Miftah’ul Kulub yani “Kalplerin Anahtarı”, Abdülkadir Geylani’nin 15. göbekten torunu Muhammed Nuri Şemseddin Nakşibendi’nin (1801-1863) yazdığı, hala baskıları yapılan, ehl-i tariklerin en çok rağbet ettiği, tarikat yoluna girenlere okutulan popüler kitaplardan biri.
Şöyle başlıyor kitap:
“Bu eserin derlenip yazılmasına kalkmaya ve başlamaya sebep olan durum şudur: Hicrî 1259 (M. 1843) yılı rebiülâhir ayında, kendi hücremizde teveccüh halindeydik. Bu hâlde bulunduğumuz sırada; Enbiyanın Sultanı Evliyanın Asfiyanın Müttakilerin Baş Tacı Efendimiz Hazretleri zuhur etti. Allah, ona. salât ve selâm eylesin.
Bu hiçbir şey hükmünde olan kula; ihsan, mürüvvet, lütuf ile şöyle buyurdu:
-Nuri, evlâdım, vakitler bir başka oldu. Âşık, sadık, mana yüzünü görmeyi isteyen ümmetlerim; esenlikle yollarını bulup hoşnutluk yoluna bel bağlayarak vuslat sırrına nail olsunlar. Sofilerden bazısı da; arada vasıta olmadan takvası üzere giderek, yollarını düzeltmek için özlerine bir kabiliyet gelsin. Zira, bir alay kimseler vardır ki; ehlullah kisvesini giymiş, kemer bağlamış, başına taç giymiş, şeriatıma da itibar etmemiş durumdadır. Geçen hâlinden ve tecellisinden söz ederek; ehlullahın yazdıkları risalelerden ve şiirlerden ezberleyip meclis meclis gezip o hâllerden dem vururlar...”
Mirasında çocuklarına bir Osmanlıca sözlükle birlikte bu kitabı bırakan keresteci Ali Rıza Efendi’nin de ehl-i tarik olduğunu (Kadiri ya da Nakşi) tahmin edebiliriz.
Ama herhalde kitabı yazma talimatını Hz. Muhammed’den aldığını söyleyen dervişin bu kitabı, II. Abdülhamit’in kurduğu modern ilimlerin öğretildiği okullarda okumuş Mustafa Kemal’in aklına pek yatmamıştır.
Zaten 50 yıl sonra 1925 yılında babasından miras kalan bu kitabı okuyanların tekke ve zaviyelerini kapatma kararını alırken sebep sadece Şeyh Said ayaklanması değildi. Onun kuşağında en Batıcısından en İslamcısına kadar tekke ve tarikatlarla ilgili olumsuz kanaatler neredeyse ortaktı.
1910’larda tarikatların bozulduğu, miskinler dergahına döndüğü konusunda İslamcı Sebilürreşad dergisiyle Abdullah Cevdet’in İçtihad dergisi arasında çok az görüş farkı vardı. Birinci tarikatların ıslahını, ikincisi kapatılmasını savunuyordu.
Tarikatlar, Mehmet Akif’in şiirlerinden de nasibini almıştı:
Koca millet! Edebiyatı ya oğlan ya karı
Nefs-i emmâre hizasında henüz duyguları
Sonra tenkide giriş: Hepsi tasavvufla dolu
Var mı sûfiyyede bilmem ki İbâhiye kolu
Sivas Kongresi’nden Birinci Meclis’e kadar İstiklal Harbi’nde önde gelen tarikat şeyhlerinin verdiği destek de bu akıbeti değiştirmeye yetmedi. Hatta tarikat şeyhlerinin bir kısmı inkılapların da öncüsü oldular. 1924’de İkinci Meclis’te halifeliğin kaldırılması için teklif verenlerden biri de son Meclis-i Meşayih reislerinden Urfa mebusu Mustafa Saffet Efendi’ydi.
1925 yılında Şeyh Said ayaklanmasının ardından Atatürk, meşhur “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müridler memleketi olamaz” konuşmasıyla tekke ve zaviyeleri kapatınca Konya’daki Mevlana dergahının postnişini Veled Çelebi şöyle bir dörtlük yazmıştı:
Hak ehli olunca içimizden mefkūd
Cahiller edince arş-ı irşâda suûd
Beyhûde figân etmeyelim, lâyıktır
Dergâhlarımız boş idi oldu mesdûd
Devrin büyük şeyhlerinden, Necip Fazıl’ın mürşidi Abdülhakim Arvasi’nin yorumu da benzerdi: “Hükümet tekkeleri kapatmadı, onlar zaten kendi kendilerini kapatmışlardı. Hükümet boş mekanları kapattı.”
İskender Paşa cemaatinin mürşidi olan Nakşi şeyhi Mehmet Zahit Kotku da sohbetlerinden oluşturulan Tasavvufi Ahlak kitabında bu bozulmayı şöyle anlatmıştı:
“Zaten beş yüz seneden beri hatta daha evvelleri dervişlik kalmamış, herkes yalnız şeyhlik sevdasında olduklarından, bugünkü şeyhler de maalesef kemal bakımından noksan kişilerdir, bunlara şeyh deyip peşlerine takılmak bile doğru değildir. Bizim gençlik zamanlarımızda Küçük Hüseyin Efendi namında 100 yaşını geçmiş keramet ehlinden bir şeyh efendi vardı. Tekkesini tamire çalışanlara, “biz yıkılsın diye bakıyoruz, siz de yapmaya çalışıyorsunuz” diye söylemişler, gününün dervişlerinden herhalde bıkmış olmalılar ki böyle şikayette bulunmuşlardır.”
Aslında tekke ve zaviyelerin kapatılmasına karşı bile devam eden bu içsel eleştiri, sürekli kendini sigaya çekmek tasavvufta bozulmayı engellemek için yerleşmiş bir kültüre tekabül ediyor.
Hatta dikkat edilirse 1843 tarihli Miftah’ul Kulub’da da mana aleminde konuşturulan Hz. Muhammed, kisve giymiş, kemer bağlamış ama şeriattan sapmış sufileri eleştirmektedir.
Bu kitaptan 800 yıl önce 1046’da Nişabur’da Kuşeyri tarafından yazılan ve tasavvuf literatürünün temel eserlerinden biri kabul edilen Kuşeyri Risalesi’ndeki tarikat eleştirilerini bugün bir gazetede köşe yazısı olarak yayınlasanız kimse 1000 yıllık olduğunu fark etmez:
“...konuştukları zaman kendilerinden kendi namlarına başkasının, (Hakk’ın) konuştuğunu, tasarruflarında kendilerinin dışında bulunan bir velînin (mütevellî-i Hak) bulunduğunu (hal ve hareketlerinin Hak tarafından idare edildiğini) iddia etmişlerdir. Bazılarını yukarıda belirttiğim hususlar, içinde yaşadığımız şu zamanda bir dert halini almış ve bu durum uzayıp gitmiştir. Ben tenkit ve red dilini bu kadar uzatmak istemezdim. Çünkü şu tasavvuf yolunun ehli olan sûfîlerden kötü tarzda bahsedilmesini ve tasavvufun aleyhinde bulunanların bu sözleri sûfîleri ayıplamanın câiz olduğuna delil saymalarından endişe ederdim. Zira bu memleketlerde tasavvuf yoluna muhalif olan ve tarikatı reddedenlerin giriştikleri çetin mücadele bir dert ve belâ haline gelmiştir. Tasavvufta görülen bahis konusu rehavet ve kayıtsızlık sebeplerinin ortadan kalkmasını ümit ederek; ‘Allah Teâlâ, tasavvuf yolunun âdabına riayeti hiçe sayan, çok güzel dinî ve tasavvufî âdetlerden sapan kimselere belki lutuf ve ihsanda bulunur da onları irşat eder’ derim. Bir yandan zaman işleri güçleştirirken, diğer taraftan zamanımızda yaşayan kimseler, tercih ettikleri hareket tarzına aldanarak alışkanlıklarına devam etmektedirler.”
Yani karşımıza her devir suiistimale, yozlaşmaya, bozulmaya müsait ve bu yüzden kendi içinde de hal çareleri aramış bir kurum var.
Fakat çeşitli dönemlerde tarikatlar, tekkeler sadece bozuldukları, yoldan çıktıkları için kontrol ve denetim altına alınmaya çalışılmamıştı.
İktidarlar, kendileri için böyle yapıları tehlikeli buldukları için de bunu yapmak istediler.
Şimdi tekrar gündeme gelen 19’uncu yüzyılın ortalarından sonra yine eleştiriler artınca tarikatları denetlemek ve kontrol altına almak için kurulmuş Meclis- Meşayih’den neredeyse bir yüzyıl önce 1793’de III. Selim tarafından bilinen şeyhlerden kurulan bir meclise de şu görevler verilmişti:
“Şeyhler ve onların müritleri arasında itikadi bozuk, dalalet ve fesat sahibi olanların halleri teftiş edilerek Saray’a bildirilecek. Kendi başına izinsiz tekke açanlar ihbar ve men hatta tedip edilecek.”
100 yıl kadar sonra 1866’da Meclis-i Meşayih kurulduğuna göre devletin sopasıyla da bir çare bulunamamış görünüyor.
Meclis-i Meşayih’in kurulması da Bektaşi Yeniçeri Ocağı’nın halliyle zirveye ulaşan devlet-tarikat gerilimden ve devletin her alanda başlayan merkezileşme politikalarından ayrı düşünülemez.
Yani mesele tek başına dini değildi, hatta daha fazla siyasiydi.
Sadece son yüzyılın en önde gelen Halidi-Nakşi şeyhi olan Erbilli Esad Efendi’nin başına gelenler bile bunu söylemek için yeterlidir.
1880’lerde II. Abdülhamit’in damadının himayesinde Meclis-i Meşayih azası yapılan Esad Efendi’yi 1900’de Erbil’e sürgüne gönderen de II. Abdülhamit’ti. 1914’de İttihatçılar tarafından yeniden Meclis-i Meşayih azası yapılmıştı. 1931’de ise Menemen olayı yüzünden Erenköy’deki evinden 86 yaşında kollarından tutularak gözaltına alındı ve hapiste hayatını kaybetti.
Ne ilginçtir ki bugün yine tarikatların üstünde Meclis-i Meşayih gibi bir denetleme ve kontrol mekanizmanı kurulmasını savunanların başında iktidarla yakın ilişkileri olan ve Diyanet teşkilatında da etkili Erbilli Esad Efendi’nin Erenköy Cemaati (Hüdayi Vakfı) geliyor.
Ama unutmamak gerekir ki devletin fazlasıyla kontrolündeki Meclis-i Meşayih de bu derde çare olamamıştı.
Böylece 1925’de en radikal çözüme gidildi; tekkeler kapatıldı, tarikatlar yasaklandı. Hatta birine şeyh ya da derviş demek inkılap kanunlarına hala aykırı.
Peki sonuç ne oldu?
Bin yıllık gelenekleri olan tekkeler, tarikatlar hala yaşıyor. Yeraltında daha da güçlendiler. Bölündüler, parçalandılar, içlerinden kült yapılar çıktı.
Hatta bu kapatma ve baskı politikaları sayesinde bir de onlara bugün Türkiye siyasetini doğrudan etkileyen, dört yıl önce en büyüğü darbe teşebbüsüne bile kalkışabilmiş dini cemaatler eklendi.
Yani sonuç İsmail Kara’nın yazdığı gibi oldu:
“Tekkelerin kapatılması, tasavvuf kültürünün kendine mahsus kanallarla devam etmekle beraber, yasaklar dolayısıyla alt seviyelere doğru seyretmesi sadece dindar çevreleri değil herkesi daha sınırlı ve katı kültürel, estetik, dini çevrelere, hatta imkanları daha az bir dile ve iletişim imkanlarına, daha dar bir dünyaya mahkum etti.”
O yüzden son tarikat skandalı üzerine yeniden orijinal bir fikir ve çareymiş gibi tarikatlar kapatılsın, yasaklansın diyenlere hatırlatmak gerek.
İşte zaten bu kapatılmış hali.
Yazıda kullanılan kaynaklar:
İsmail Kara; Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, Din İle Modernleşme Arasında, Dergah Yayınları
Mustafa Kara; Cumhuriyet Türkiyesi’nde Tarikatlar; Türkiye’de Tarikatlar içinde, İSAM Yayınları