? Biz vakur ve fedakâr bir insan topluluğu iken, Avrupa´da sahneye çıkan burjuvazi bizi çökertmek için bütün gayretlerini harcayacaktı. -Batı uygarlığı- dünyanın 2/3´ünü 1/3´ü için yakmış, yıkmış, politikadan ahlâkı tard etmiş bir tilki uygarlığıdır. Bir arslan medeniyeti, bir tilki uygarlığına yenildi.?(Cemil Meriç Sosyoloji Notları ve Konferanslar)
Ahmet Cevdet Paşa´nın ?insanlığın son adasıdır? dediği Osmanlı medeniyeti, Cemil Meriç´in tilki uygarlığı diye nitelediği Batı uygarlığı, özellikle de bu tilki uygarlığının en tilki üyesi ve patronu Britanya İmparatorluğu tarafından, önce vesayet altına alındı, sonra tasfiye oldu. Yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti üzerinde de, bu vesayet büyük ölçüde devam etti. 2. Dünya Savaşı sonrası İngiltere bu vesayeti, Atlantik´in karşı yakasındaki klon ikizi ABD ile birlikte sürdürdü. Sürekli bahsedilen vesayet aslında budur, askeri vesayet, yargı vesayeti, derin devlet, Ergenekon ve sair bunun muhtelif tezahürleridir.
Yeni Roma: Londra
15. asırdan sonra ?ilerlemenin ve aydınlanmanın´ sembolü sömürgeci modern Batı kadim dünyaya insanlık dışı ve acımasız ve doğrudan saldırır. Ve buraları hunharca sömürür. Ve yakıp yıkar ve bu meyanda doğayı doğal olmaktan çıkaracak kadar tahrip eder. Sarı ırk biraz da afyonun marifetiyle denetim altına alınır. Çin´deki Çing Hanedanlığı biter. Hindistan´da ?ilerleme adına- geleneksel üretim yapan terzilerin parmaklarını keserler. Kızılderililer ve Avustralya Tasmanya ırkı toptan ortadan kaldırılır. Siyahi ırk köleleştirilir. Bugün dahi Afrika neden ve nasıl açlık ve hastalıklarla boğuş(turul)maktadır? Düşünmek gerekir.
Ve yine İkinci Dünya Savaşı´nın müsebbibi Almanlardır. Bu böyle olduğu ve Japonlar başka türlü teslim alınabileceği halde atom bombası, neden Japonya´ya atılır? Bunlar üzerinde düşünülmesi gereken konulardır. Aydınlanma düşünürlerinin bazılarında mevcut olan felsefi ırkçılık ile bu olanlar arasındaki irtibatı da sorgulamak gereklidir. Neticede Büyük Britanya´nın dünyada işgal etmediği sadece 22 ülke vardır ve işgal ettiği topraklar dünyanın yarıdan çoğuna karışlık gelmektedir.
Londra zamanımızın Roma´sı gibidir. 19. yüzyılın politik askerî gücüne, sahip değildir. Lakin küresel egemenliğin merkezî aklının ikamet adresi Londra´dır. İngilizler iç içe oldukları küresel sermaye ve asırlık tecrübe ve ilişkilerine dayanarak, dünyaya nizam verme çabasından vazgeçmemektedirler. Çünkü bu ülke dünyanın yeni nizamının kurucu/patronlarının en önde gelenidir. Mircea Eliade´ın bir başka bağlamda anlattıkları, bu yazının bağlamında da okunmalıdır. ?Yeni, bilinmeyen, işlenmemiş bir ülkeye yerleşmek Yaratılış eylemine eşdeğerdir. İskandinav koloniciler İzlanda´yı, Landnama´yı ele geçirip toprakları işlemeye başladıklarında bu eylemi ilk kez girişilen bir çaba ya da insani, dindışı bir iş olarak görmemişlerdi. Bu girişim onlar için bir ilk eylemin, ilahi yaratılış edimiyle kaosun kozmosa dönüştürmesinin tekrarından başka bir şey değildi. Boş toprağı işleyerek aslında, kaosa biçim verip kurallar koyarak onu düzenleyen tanrıların eylemini tekrarlıyorlardı? İspanyol ve Portekizli fatihler keşif ve fethettikleri topraklara İsa Mesih´in adına el koyuyorlardı. Haç´ın dikilişi bir haklılaştırmaya, yeni ülkenin kutsallaşmasına, ?yeni bir doğum? a eşdeğerdi ve bu şekilde vaftizi (yaratılış eylemini) tekrarlıyordu. İngiliz denizciler de fethedilen ülkeleri İngiltere Kralı, yeni Kozmocrator (Evren-düzen yaratıcısı) adına sahipleniyorlardı. ? Eliade, Ebedi Dönüş Mitosu, s.24-25
İşte bu dünya´nın hakimiyetine İngilizler kendilerinin ?Evren-düzen yaratıcısı? oldukları zannı-yanılgısı içinde oldukları için, çıkarın, uluslararası ilişkileri yönlendiren en önemli prensip, belki de tek prensip olduğu şeklindeki anlayışı en iyi özümsemiş ve de uygulayan ülke konumundadır. Nitekim Lord Palmerston 1856 yılında İngiliz dış politikasını: ?İnsanlar bana politikamızın ne olduğunu sorduğunda verilebilecek tek cevap şudur: Bir olay ortaya çıktığında, ülkemizin çıkarlarını tek yönlendirici prensip olarak kabul ederek, olayların gerektirdiği en iyi şeyi yapmaya çalışırız? şeklinde tanımlar.
Böl Parçala Yönet
Kadim yapıların zihniyeti, bir birinden bazen çok farklı toplumsal unsurları dahi mümkün mertebe uyum, ahenk içinde bir arada tutma ve yaşatabilme siyaseti uygulamayı gerektirir. Osmanlı, Roma ve Cengiz Han gibi kadim imparatorlukların zihniyetinin aksine bir hal ve keyfiyettir. Buralarda zaten devlet olanı yeniden tanımlamak gibi bir tür tanrısal bir işlev yüklenemez. Türk Türk´tür Kürt Kürt´tür, kadın kadındır erkek erkektir, insan insandır ve bir kişi dini olarak Müslümandır veya Budist´tir. Devlet asli işlevini adalet ile hükmetmek işlevini yerine getirir. Zaten kadim devletlerin yaşama prensibi budur. Çok farklı unsurları dahi ahenk içinde bir arada yaşatabilme zaten adaletle hükmetme prensibinin de bir parçasıdır. Modern dünyanın patronu olan Britanya´nın siyaseti ise dediğimiz gibi bunun tam aksidir. Bu yaklaşık 300 senedir insanlığın içine düştüğü çatışma girdabının sebebini bize izah edecek anahtar kavramdır.
İngiliz siyasetinin temeli toplumları birbirine çatıştırma üzerine kurulmuştur. Yani İngiltere, işgal ettiği bir bölgede mevcut farklı etnik ve dini yapıdaki gruplar arasındaki farklılıkları ön plana çıkarır. Onlara birbirlerinin hasmı oldukları mesajını verir. Sonra da onları kavga ettirir. Bu şekilde kendi idaresinin daha kolay gerçekleşeceğini düşünür. Çünkü birbirleri ile çatışan toplumlar İngiltere´ye karşı ortak bir güç oluşturamayacaklardır. İngiliz siyaseti, yani Londra merkezli dünyanın egemen güç aklının siyaseti, mütemadiyen ikilik oluşturmak, mevcut ikilikleri körükleme, eğer yoksa suni ikilikler icat etme siyaseti olarak tanımlanabilir. Demek ki modern dünyanın ?konsepti´ keskin çatışmaların devamı ve hatta çatışma yoksa icadı, zayıfsa körüklenmesi üzerine kuruludur. Bu ?konsepte´ aykırı hareket edenler ise gerektiğinde her türlü usulle bertaraf edilmektedir.
Mesela derin devlet ve devlet anlayışında da bir gariplik vardır. Burada da bir ikilik türetilmektedir. Aslında bir tane devlet olur ve o devletin derinliği olur. Derin devlet de esas itibarı ile derin akıl demektir. En üst düzeyde 50 senelik, 150 senelik, belki de 500 senelik stratejiler üretebilen devlet demektir. Yoksa bir takım etkili insanların bir araya gelerek bir çete, şebeke kurması ve de ? burası önemlidir ? tasarlanmış bir çözümü hayata geçirmek maksadı ile büyük ölçüde tasarım ürünü organizasyonlar vasıtası ile kaos üretmesi ve/veya üretilmiş kaosun bir parçası olması demek değildir. Acaba burada sözkonusu olan bir yanlış anlatım mıdır? Düşünmek gerekir. Diğer konularda da böyle şeylerin basit bir sözcük yanılsaması olduğunu düşünülmektedir Oysa gerçekte asıl zihin operasyonları böyle kavramlar üzerinden yürümektedir.
Böl Parçala Yönet´ in Diyalektiği
Prensipler alanından bakıldığında burada sözkonusu olan diyalektiğin iki ayrı ele alınış biçimidir. Bilindiği kadarıyla diyalektik Batı´da ve Doğu´da farklı telakki olunur. Kadim doğu diyalektiğinde karşıtlar tamamlayıcılık prensibinin perspektifi ile ele alınır. Ve bir üst bağlamda birbirlerine dönüşürler. Bir sentezin unsuru haline gelirler. Modern Batı diyalektiğinde karşıtlar karşıtlık olarak ele alınır ve daima çatışacak olarak kabul edilir. Bu tür güçlerin karanlık ile irtibatını da izah ve karanlıklar prensi ile irtibatlarını izah eder. Ve maddi hayatta ve zihniyet dünyasında egemen olan partiküler hale gidiş durumu, her şeyin parçalanması İngiliz yüksek siyasetinin üst düzey hedeflerindendir. Ki esasen ikilik, Hazret- i Mevlana´nın Mesnevi´sinde söylediği gibi, şaşılık durumundakilerin Bir´i iki görmelerinden ibarettir.
Bunun arka planı ise bir tür karanlık metafizik diyebileceğimiz bir şeydir ama aslında metafiziğin tanınmamasıdır. Yani her türlü ikiliğin üzerindeki birliğin vahdetin bilinmemesi ve tanınmamasıdır. Ve İngiliz siyasetin (modern batı siyasetinin) daima ikilik üretmesini bir açıdan şirke varan bir anlayış olarak tanımlayabiliriz. Bu, aydınlık ve karanlığın mutlak ikilik, özellikle karanlığı mutlak bir karanlık alanı olarak tanımak ve kabul etmeyi de beraberinde getirir. Zaten ikiliğin mutlaklaştırılması her alanda üst prensibin bilinmemesi, tanınmaması, karartılması demektir. Bu metafizik arka planının dünya tarihi ve siyasetindeki yansıması da yine üst prensibin tanınmamasıdır. Zaten ikiliğin mutlaklaştırılması hiçbir alanda üst prensibin tanınmamasıdır. Üst prensip dediğimiz ise Zat-ı İlahi´nin esmasının her alanda o alanın bir tür amir prensibi diyebileceğimiz tecellisidir..
Burada bir diğer mesele de şudur, ?Herşey zıddı ile kaimdir anlayışı? yanlıştır, doğrusu ?bazı şeyler zıddıyla bilinir? olmalıdır. Zaten her şeye zıttı ile kaim değildir. Herşey yani ?şeyler ve zıtlıklar da Allah´la kaimdir?, ?Herşey Zat-ı İlahi´nin o özel alandaki prensibi ile kaimdir?, ?Tanrı´nın o özel alandaki esması, ismi tecellisi ile kaimdir? denilmelidir. İkilik çıkarma bir açıdan sürekli ikilik üretme siyaseti yani bir açıdan da Tanrı´nın karşısına Şeytan´ı bir karşıt olarak konumlandırmayı da beraberinde getirir. Lakin Şeytan Tanrı´nın değil, insan-ı Kâmil´in karşıtıdır ve zaten hiçbir şey Tanrı´yla bir karşıtlık içinde değildir ve olamaz. Çünkü Şeytan kaosun amiri, karanlıklar prensi olarak bir nevi ilahi düzenin bu alandaki vazifeli memurudur. Ayrıca üst prensip tanınmadan karşıtlıkların düzlemsel tanımlanması şeklindeki modern Batı diyalektiği yukarı doğru helozonik gelişimi-tekâmülü de tanımaz. Ve belki de Batı geleneğine yukarı doğru helozonik gelişim-tekâmül uzun süreden beri büyük ölçüde kapalı olduğu için bu anlayış gelişmiştir, denilebilir. Batı için gelişme yatay düzlemde ve insan-altı yani karanlık alanda tezahür ve tebarüz etmektedir.
The Godfather ?I-
Çağımızda üst prensip tanınmadığı için birçok noktada sağlık, gıda ahlak insanlar toplum ve sair gibi birçok alanda aslından uzaklaşma yaşanmaktadır. Bundan sebeple de, karşı alternatif geliştirmeye çalışanların da bozulması aslından uzaklaşması, uzaklaştırılması şu an için eşyanın olağan akışı ile uyumludur. İngiliz siyaseti muhtelif rakip grup parti ülkelerin içlerine onlardan biri imiş gibi sızma ve/veya içlerinden birilerini kendi tarafına devşirme siyasetini, gayet güzel uygulamaktadır. İngiliz siyasetinin en önemli özelliklerinden birisi de, beraber çalıştığı kişi ve partileri bazen ülkeleri stratejik noktalarda yanıltıcı bilgi, malumat, intiba vererek stratejik hata yapmalarının zeminini hazırlamaları ve ülkenin ve o partinin veyahut o liderin makas değiştirmesini sağlamaları bu şekilde de onların sonunu hazırlamalarıdır. Bu ise her şart altında kendileri ile çalışacak kişi ve organizasyonları mutlaka var etmeye çalışmalarını beraberinde getirir. Buna karşı ise polisiye tedbirlerden ziyade, zihniyet ve siyaset düzleminde tedbir almak yerindedir. Bu durumda o ülke ya da bu parti ya da o grup, bu içlerindeki kişi yahut grupları, kolay kolay ayırt edememektedir. Bunu ayırt etmenin, farkına varmanın yolu ise akli karinelerden ve özellikle liderlik düzeyindeki veya liderliğe yakın kişilerin sezgilerinin sağlamlığından geçmektedir. Ve de muhakkak ki zihinlerin, ideolojilerin cenderelerinin azade olmasını gerektirmektedir.
Marlon Brando ve Al Pacino´nun başrollerini paylaştığı The Godfather Baba 1´de bu mesele ile alakalı sahneler vardır. Filmin sonlarına doğru artık Baba Don Vito Corlaone yaşlanmıştır. İtalya´dan Sicilya´dan bin bir güçlükle getirttiği küçük oğlu Michael Corlaone´yi yerine yetiştirmeye çalışmaktadır. Bu arada Corlaone ailesi diğer New York´lu aileler karşısında mütemadiyen geri çekilmekte güç ve mevzi kaybetmektedir. Baba´nın yardımcıları Clemenza ve Tassio bundan şikâyetçidir. Michael ise henüz tam manasıyla inisiyatifi ele almamış ve babasının telkinleri doğrultusunda da henüz bir hamle yapmaktan uzak durmaktadır. Bu arada Baba Don Vito Corlaone bir yandan bahçesiyle uğraşır ve şarap içerken bir yandan da oğlu Michael Corlaone´yi nasihatler vererek sohbet ederek bir usta çırak ilişkisi içerisinde reis olmaya hazırlamaktadır.
Bu arada da en önemli öğütlerinden birini verir, bahçedeki konuşmalarından birinde der ki: Cenazemde -tabi Michael bu sözden biraz rahatsız olur- çok sevdiğim ve tam olarak güvendiğin birisi vasıtasıyla sana haber gönderecekler, der. Tam olarak güvendiğin bu birisi, en büyük rakip aile reisi Don Barzini ile görüşme ayarladığını, talebin onlardan geldiğini kendisinin bunu ilettiğini söyleyecektir, der. Ve yine Baba Don Vito Corlaone ek olarak: ?kendisinin de bu toplantının güvenliğini alacağını söyleyecektir? ve Michael´e şunu söyler: ?O toplantıda öldürüleceksin? der. O arada da Michael tabi ki ismi de merak etmektedir. Oysa Baba Don Vito Corlaone pozisyon ve işlev üzerinden bir tarif yaparak ?sana bu haberi getirecek olan kişi´ der.
İşte bu, İngiliz siyasetinin kendisine karşı bir şekilde pozisyon alabilecek her hareketin içine sızma/içinde var olma stratejisini gayet güzel anlatır.
Nihayetinde sözü ?Sultan II. Abdülhamid´ den bir tavsiye? ile noktalayalım. ? Bir gün, Boğaziçi´nden Karadeniz´e doğru, direğinde vezir sancağını taşıyan bir vapur geçiyordu. Beylerbeyi Sarayı´nda oturan tahtından indirilmiş Sultan 2. Abdülhamid, bunu saray muhafızı Rasim Bey´e sordu:
? Bu vapur nereye gidiyor? Kim var içinde?
? Malûmu devletleri, en büyük muzafferiyet temin edildi: Rusya sulh talebinde bulundu.
Abdülhamid gülerek Rasim Bey´e:
? Rusya ile sulh mü yapılıyor? Onun ne ehemmiyeti var! İş, İngiltere´yi mağlup edebilmektedir. İngiltere mağlup edilmedikçe muzafferiyetten değil, muvaffakiyetten bile bahsetmek abestir. (Yeni Sabah gazetesi, 17 Haziran 1940, Sayfa 5, ?Tarihten Bir Yaprak? adlı makale)