“Boris, başarı sıkı çalışmadan değil de saf zekâdan geldiğinde, onu kucaklayabiliyor. (…) Başarının ve onunla gelen gururun ansızın kucağına düşmesini bekliyor; ama yapması gereken, onlar için çalışmaktır.’’ Derslere geç kalan, münazaralara hazırlanmadan çıkan, kendine güvenen ama özgüvenin bütün sorunlarına çözüm olabileceğini de zanneden ‘zeki ama tembel’ bir liseli gencin, ailesine giden mektupta okul müdürü böyle söylüyordu. O genç, daha bebekken ‘Dünya Kralı’ olmak istediğini söyleyerek siyasi hırslarını açığa vurmuştu. ‘Kral’ olamadı ama Boris Johnson, tam bir yıldır Birleşik Krallık’ın Başbakanı.
O bir yılın içine onlarca kişinin ömründe yaşandığından fazlası sığdı: Johnson hem modern Britanya siyasetinin en görkemli seçim zaferlerinden birini kazandı; hem çocuğu oldu; ekonomi, son 40 yılın en büyük darbesini aldı; İngiltere, Avrupa’nın COVID-19 salgınına en fazla vatandaşını kaybeden ülkesi pozisyonuna düştü; hem de Başbakan, az kalsın salgında hayatını kaybediyordu…
***
Fakat, bütün bunlara rağmen Johnson, rakibi İşçi Partisi lideri Keir Starmer’dan hâlâ daha popüler; partisi, son 7 ayda yapılan anketlerde yüzde 40’ın altına düşmedi. İşçi Partisi, bütün bu çılgınlık yaşanırken, hiçbir ankette Muhafazakârların önüne 2 puandan fazla çıkamadı. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri hiçbir Britanya hükümetinin yakalayamadığı bir istikrar.
Bu noktada, aslında Johnson’ın sınıfsal ve kültürel ayrışmalar arasında kurduğu seçmen koalisyonu önemli bir rol oynuyor – ve başbakana 80 sandalyelik mutlak çoğunluğu getiren bu koalisyon bozulmadığı sürece Johnson ve partisinin popülaritesi kırılamayacak gibi duruyor. Zira başbakanın, Avrupa Birliği ile yaptığı ‘çıkış anlaşması’ Meclis’ten geçmeyince ‘Brexit’i Halledelim’ sloganıyla girdiği erken seçimde, birçoğu on yıllardır İşçi Partisi’ne oy veren 47 seçim bölgesinde, Muhafazakâr çoğunluk çıktı. Ülkenin endüstri kentlerinin oluşturduğu ve hem İşçi Partisi’ne hem de Brexit’e oy veren ‘Kızıl Duvar’, yıkıldı.
Bu duvarı yıkan da aslında Johnson’ın ekonomide sol (ve siyasetin uzun zamandır görmezden geldiği bu ‘Londra-dışı’ bölgelere yatırım vaat eden) kültürel meselelerde ise sağ bir söylemi sahiplenebilmesi oldu. Brexit’in çatlağı, bir kültür savaşına sebebiyet verdi; üstelik her ne kadar referandum sonucu nerdeyse yarı yarıya çıkmış olsa da, parlamentoda kendine temsil bulan seçim bölgelerinin yüzde 60’ı ‘çıkalım’ demişti. Hem Brexit artık bitsin hem de hükümet nezdinde görünür olmak isteyen kitleler, Muhafazakârlar’a oy verdi. Brexit koalisyonu Johnson’ın liderliğinde kuruldu. (Tabii İşçi Partisi’nin o dönemki lideri Jeremy Corbyn’in tarihi anti-popülaritesi ve Brexit konusunda ne dediğinin belli olmaması da Johnson’ın işine yaradı.)
***
Siyaset Bilimci Matthew Goodwin, bu kültürel ayrışmayı ‘umutlular’ ve ‘yıkım-sevici’lerin çatışması olarak kodluyor. Zira şehirli, iyi eğitimli, sola meyilli Guardian okurları, ülkelerinin Avrupa Birliği’nin bir parçası olmadığı takdirde gelecek ‘felaket’ten, ‘eski şaşalı günlerin geride kaldığı’ndan bahsederken; ülkenin geri kalanı Johnson’ın dağınık sarı saçları ve ‘ülkenin potansiyelini açığa çıkartacağı’na yönelik söyleminden etkilendi. Benzer şekilde Johnson’a eş değer derecede popüler bir şekilde seçilen Margaret Thatcher da ‘umutsuz’ ve ‘kendi tarihinden utanan’ bir radikal sola karşı, Johnson’ınki kadar büyük bir zafer kazanmış, Kızıl Duvarı o da yıkmıştı. Sınıfsal çıkarlar ile kültürel değerler arasındaki savaşın kazananı, çıkarlar olmadı.
İşçi Partisi’nin Starmer liderliğinde Corbyn bağından hızlı bir şekilde kurtulmaya başlaması da -her ne kadar lideri, Johnson’a yakın bir popülariteye getirmiş olsa da- parti, hâlâ Muhafazakârların ortalama 7 puan gerisinde gözüküyor. Kızıl Duvar’ın işçi sınıfı ve şehirli olmayan nüfus da başbakanın liderliğini ‘iyi’ buluyor. Komşularına nazaran salgını en ağır geçiren ülkenin yüzde 43’ü, Johnson’ın pandemi sürecini de iyi yönettiğini düşünüyor.
Ancak Johnson’ın popülaritesini her şeye rağmen koruyabilmesi, Birleşik Krallık’taki kültürel bölünmenin ne kadar derine indiğini gösteriyor; her şeyin iyiye gittiğini göstermiyor. Zira bir zamanların ‘zeki ama tembel’ genci, elini attığı hemen her soruna kolunu kaptırdı; verdiği sözlerin önemli bir kısmını -henüz- tutamadı.
***
Johnson’ın hükümete gelirken verdiği sözler de son 1 yılda karşısına çıkan ana meseleler de belli: Brexit, ekonomik adalet ve pandemi. Brexit’i her ne kadar Ekim 2019’da bitireceğini söylemiş olsa da, Parlamento’nun onayını alamayınca iş, erken seçime kalmıştı. Fakat seçim zaferi de yılan hikayesine dönen bu süreci tamamlamaya yeten bir kazanım değil. Zira Birleşik Krallık her ne kadar AB’nin karar verme aşamalarında artık söz sahibi olmasa da hâlâ Avrupa hukukuna bağlı bir şekilde işliyor; en erken geçiş sürecinin biteceği 31 Aralık’a kadar da bu böyle olacak. Ayrıca hükümetin AB ile ekonomik ilişkilerine temel olacak bir ticaret anlaşması da imzalaması gerekiyor ama bu anlaşmalar, normalde, yıllar süren pazarlıklar sonucu imzalanıyor. Bir de üzerine pandemi eklendi, tabii. Johnson ise, o tanıdık gülümsemesi ve nerden geldiği çoğunlukla belli olmayan iyimserliğiyle, 31 Aralık’a kadar bu işin de biteceğini iddia ediyor. Yani, “Brexit’i halledelim” bir slogan; yılan hikâyesi sürüyor.
***
Ülkenin uzun yıllardır ‘geride bırakılan’, devletten destek alamayan, kamu harcamaları azaldıkça artan eşitsizlikten negatif anlamda etkilenen kısımlarının beklentisiyse -Brexit’in yanı sıra- Johnson’ın ekonomik adaleti sağlamasıydı. Dürüst olmak gerekirse, hükümetin eli, en çok burada güçlü. Zira Johnson, kendinden önceki kemer sıkma sevdalısı Muhafazakâr hükümetlerin mirasını açıkça reddetti ve -geçmiş 10 yıla kıyasla- kamu harcamalarında devletin cebini millete açtı. Fakat geldikleri nokta, gelişmiş ülkelerin kamu harcamalarındaki ortalama. Bir adım fazlası değil. Ayrıca ülkenin dört bir yanına gidecek yatırımları da tamamen Londra’dan yönetiyorlar; yerel yönetimlerin yetkilerini genişletmiyorlar. Yani, Johnson’ı bir working class hero (işçi sınıfı kahramanı) olarak görmek de doğru değil.
***
Pandemiyse, tabii ki Johnson’ın ajandasına olan bir mesele değildi. Ancak ajandasına da, birçok ülkeye nazaran epeyi geç girdi. Zira devletin açık kaynak bilgilerine göre Johnson, Avrupa alarm vermeye başladığı hâlde hükümetin ‘acil’ toplantılarına katılmıyor, bir tanesi sırasında yazlık evinde ‘hafta sonu tatili’ yapıyordu. Uyandıklarındaysa önce ‘sürü bağışıklığı’ndan (bir hükümet politikası olarak değerlendirilmemesine rağmen) bahsettiler; karantina uygulayıp uygulamamakta tereddüt ettiler; hâlâ kimin, nerede, ne zaman maske takması gerektiğinde fikir birliğine varabilmiş değiller. Başta, Churchillmişcesine, “Birçoğumuz, büyüklerimizi, vakitlerinden önce kaybedeceğiz” diyen Johnson, geçtiğimiz günlerde “Virüsü çok geç anladık” dedi. Zaten Parlamento da hükümetin kriz yönetimini incelemeye de yakında başlıyor. Ama ölümü engellenebilecek ‘birçok büyük’, vaktini dolduramadan gitti.
Johnson, her ne kadar yüzü olduğu seçmen koalisyonunun desteğini hâlâ sırtlasa da karşısında hemen hemen hiç kimsenin sevmediği Corbyn de yok; sadece laf üretme lüksünü de yitirdi. Lise müdürünün dediği gibi ‘çok çalışması gerekiyor’ ama sonuçlar, pek parlak gözükmüyor. Zira bazı sorunların üstesinden gelmek için sadece zeka yetmiyor. Başarı, o genç oğlanın zannettiği gibi, kimsenin kucağına ansızın düşmüyor.